Güncelleme Tarihi:
İşte yine yılın o mevsimi geldi. Polisiyelerin ve özellikle de Kuzey Avrupa polisiyelerinin saltanatının hüküm sürdüğü puslu havalar zamanı… Peki, Kuzey Avrupa polisiyelerinin çekiciliğinin sırrının altında ne var? Bunu anlamak için gözünüzün önüne bölgenin tipik manzaralarından birini getirmeniz yeterli gibi aslında… Uçsuz bucaksızmış gibi görünen yarı vahşi doğa alanları, ormanlık bölgeler, neredeyse donmak üzere gibi duran göller ya da hırçın dalgalı deniz kenarları, son derece zor hava şartları ve keskin bir soğuğun sonuçları olan karlı puslu günler… Böyle bir manzarayı gözünüzün önüne getirdiğinizde kendinizi iki duygunun ele geçirdiğini hissediyorsunuz; tekinsizliğe varan şiirsel bir güzellik karşısında duyulan hipnotize olma hissi ile yine aynı tekinsizlik ve ıssızlık hissinden kaynaklanan beklenmedik bir tehlikeye karşı duyulan dehşetle karışık korku hissi… İşte bu iki duygunun birleşimi ise polisiye öyküler için mükemmel bir atmosfer oluşturuyor doğal olarak. Bir tür ters-egzotizm yaratıyor bu kasvetli, soğuk ve ıssız coğrafya.
GERÇEKÇİ DEDEKTİFLER
Türün dikkat çekici özelliklerinden bir diğeri ise Amerikan polisiyelerinden aşina olduğumuz her daim ‘cool’, uyumsuz olsa bile kendisini davasına ve mesleğine adamış, idealist dedektif karakterlerle neredeyse taban tabana zıtlık oluşturan ‘kahramanlara’ sahip olması… Bu türün dedektifleri ‘seksi’ Amerikan dedektiflerine oranla çok daha hayattan ve gerçek karakterlerden oluşuyor. Üstelik yöntemleri de über teknolojik Amerikan meslektaşlarına oranla hala babadan kalma elle yapılan pratik doküman araştırmalarından, sonsuz sıkıcı prosedürden oluşuyor. Bütün bunlar da karakterlere bir gerçeklik duygusu katıp, okuru hikâyenin içine kolayca çekmeyi başarıyor.
Öte yandan diğer alışılageldik polisiyelere kıyasla Kuzey Avrupa polisiyelerinin edebiyat anlamında en belirgin farkını ise psikolojik derinlikleri oluşturuyor. ‘Katil kim?’sorusunu sormaktan çok katilin, polislerin ve aslında genel olarak toplumun psikolojik derinliklerini işlemeyi seven bu tür; olaylardaki yüzeysel kaçıp kovalamaca ve aksiyon etmeninden çok suçun kaynağını anlamaya yönelik geri plandaki psikolojik etmenler üzerinde kafa yoruyor. Bu tutum alışıldık polisiyelere oranla hayli yavaş bir akış getirse de, bu yavaşlığın yarattığı tuhaf bir hipnotize olma hali de okuru öyküye iyice bağlıyor. Ayrıca karakterlerin psikolojik derinlikleri üstünde yoğunlaşmayı ele almak bir yandan da esere edebi anlamda daha yüksek bir değer katıyor ve yüksek edebiyat meraklılarının da daha düne kadar polisiyeye burun kıvırırken, bu türe özel bir ilgi göstermesine yol açıyor.
SAKİN İSVEÇ KASABASINDAN DÜNYAYA...
Gelelim bu türün, dünyada en çok satan yazarlarından olan İsveçli Camilla Lackberg’e… 2008 yılında Fransa’nın en saygın polisiye yazarlarına verilen “Grand Prix de Littérature Policiere” ödülünü de alan yazarın, (şimdiye dek sayısı 10’a ulaşan romandan oluşan) polisiye dizisi dünyada çok satanlar listesinde sık sık 1 numaraya çıkıyor. Polisiye yazarı Erica Falck ile polis dedektifi eşi Patrik Hedstrom’un yaşadıkları ‘küçük ve sakin’ İsveç kasabası Fjallbacka’da (ki aynı zamanda Lackberg’in de doğduğu kasaba) başlarından geçen polisiye gizemlerin anlatıldığı bu dizinin ilk beş romanı, bizde de yine Doğan Kitap tarafından yayınlanmıştı. “Denizkızı”nda ise olaylar bir önceki “Saklı Çocuk” romanının kaldığı yerden birkaç ay sonrasında devam ediyor.
Küçük bir kızları olan Erica ve Patrik, mutlu evliliklerini sürdürürken, Erica şimdi de ikiz bebeklere hamiledir. Hamileliğinin son haftalarını yaşarken, bir yandan da kasabadan arkadaşları olan ve ona yazar koçluğu da yapmış olduğu Christian’ın ilk romanı olan “Denizkızı”nın çıkış heyecanını yaşamaktadır. Aynı günlerde kasaba ise sevilen sakinlerinden, mutlu aile babası Magnus’un sır dolu ortadan kayboluşuyla çalkalanmaktadır. Biz okurlar romanın prolog bölümünden Magnus’un ölmüş olduğunu biliriz, ancak cesedi buz tutmuş nehirde bulunana dek kasaba polisi onu aramayı sürdürür. Bu arada Christian da gizemli tehdit mektupları almakta ve zaten hayli içine kapanık bir mizaca sahip olan çiçeği burnunda yazar, giderek daha da tuhaf ve gergin davranışlar sergilemektedir. Christian’ın bilmediği ise kasabadan Magnus’un da çocukluk arkadaşları olan Erik ile Kenneth de benzer tehdit mektupları almaktadır. Erica, Christian’a gelen mektupların varlığını öğrenir öğrenmez kendini bu gizemin peşine düşmekten alıkoyamaz. İlk yapması gerekense aslında bir hayli gizemli biri olan Christian’ın, karısıyla evlendikten sonra yerleştiği Fjallbacka’dan önceki yaşamını araştırmak olacaktır. Öte yandan Erica’nın kocası Patrik de, bir yandan ‘beceriksiz’ amiri ve pek de parlak olmayan diğer ekip arkadaşlarıyla hem Magnus’un önce kayıp cesedini sonra da ölümünün nedenini, diğer yandan da gayrı resmi olarak karısı Erica ile birlikte Christian’a gelen esrarengiz mektupların kaynağını araştırmaya çalışmaktadır. Öte yandan kasabadaki hayat da kendi her zamanki düzeni içinde sürmektedir. Gizemli ve ketum Christian’ın ondan hayli genç eşi Sanna, eşinin onu aldatma olasılığıyla kıskançlık krizleri yaşarken, kocası tarafından defalarca aldatıldığını bilen Erik’in eşi Louise ise teselliyi şarap kadehlerinde ve alışverişte aramaktadır. Kenneth ise ölüm döşeğindeki çok sevgili eşinin kederiyle sarsılırken, Erik’in sevgilisi ise adamı ele geçirmek için planlar yapar. Polis şefi Mellberg ise elindeki vakaları çözmekten çok birlikte yaşadığı sevgilisinin kızı (ki aynı zamanda o da kadaba polislerinden biridir) Paula’nın bebeği Leo’ya dedelik etmekten büyük bir zevk almaktadır. Öte yandan roman boyunca paralel olarak, evlat edinilmiş gizemli, küçük bir erkek çocuğunun anılarından; küçük kız kardeşi doğduktan sonra istenmediği evinde yaşadığı duygusal travmaların ve kız kardeşine karşı duyduğu derin kıskançlığın öyküsünü de okuruz. Öykü büyük bir hızla hiç beklenmedik bir sona doğru ilerlerken Camilla Lackberg, dizisinin sadık okurlarını da son satırlarında bir başka ters köşe sürprizle daha sarsıyor! Bu öyle bir sürpriz ki serinin bir sonraki romanını okuyuncaya kadar hiç kimsenin içi rahat etmeyecek diyebilirim!
Lackberg, diğer Kuzeyli polisiye yazarlarına nazaran polisiye bir gizem öyküsünün yanı sıra gerçek hayattan da yan öyküleri çok yoğun bir şekilde kullanmasıyla tanınıyor. Hamile bir kadının her an yaşadığı küçük sıkıntılardan kocası tarafından aldatılan bir kadının dramına ve hatta popüler yatak çarşafı desenlerinden IKEA koltuk modellerine dek pek çok küçük ayrıntı da öykü boyunca karşınıza çıkıyor. Gizemli bir katilin dehşet veren ayak izlerine evlerdeki çocukların gündelik oyunları da, küçük bir bebeğin altını değiştirmeye çalışan yaşlı bir adamın beceriksizliği de ekleniveriyor. Bu anlamda türün has romanlarının o çok karanlık, fazla tekinsiz atmosferine Lackberg’in romanlarında pek rastlayamıyoruz belki. Ama onun vazgeçilmez unsurları olan soğuk iklimli, cennet gibi bir doğada yer alan bir kasabada geçen ve asıl gizemini psikolojik bir sorun üzerine kuran, bir hayli gerçek polis dedektiflerinden ve yan karakterlerden oluşan romanlar yazan Lackberg; aslında dehşeti günlük hayatımızın en sıradan çevrelerine dek sokarak onu çok daha gerçek ve ürkütücü kılmayı başarıyor. 'Denizkızı', bu anlamda tek başına da çok sürükleyici, türünün iyi örneklerinden bir roman. Ancak tüm karakterleri daha iyi tanımak ve öyküye daha iyi katılmak için, serinin daha önceki halkalarını da okumanız özellikle tavsiye edilir.
DENİZKIZI
Camilla Läckberg
Çeviren: Güneş Becerik Demirel
Doğan Kitap, 2017
489 sayfa, 29 TL.