Güncelleme Tarihi:
Murat Gülsoy’un yeni romanı ‘Öyle Güzel Bir Yer ki’. Hepimizin hayatında hep kalmak istediği öyle bir yer vardır. Bu roman da işte öyle bir yerde başlıyor. Eski lise arkadaşlarının bir araya gelip o güzel yerde hayatı dondurmak istemesiyle başlıyor. Ama sonra... Sonra roman çetrefilleşiyor. Hikâyeler birbiri ardına ortaya dökülüyor. Vicdan azapları, hatalar, pişmanlıklar çıkıveriyor ve elbette aşk. Başkahraman Kerem kitapta; her şey onun etrafında dönüşüyor gibi görünse de diğer kahramanların hikâyeleri de sahneye çıkıp rollerinin hakkını veriyor. Dramatik, etkileyici yaşamöyküleri okurun bir an bile dikkatini dağıtmadan kitaptaki yolculuğuna devam etmesini sağlıyor. Romandaki rollerden biri de İstanbul’un... Dünden bugüne İstanbul’un barındırdığı insanlarla, binalarla, kültürüyle nasıl değiştiğini gözler önüne seriyor. Bu değişime kahramanların hikâyesi de eşlik ediyor. Kitap bir son mu yeniden başlayış mı? O da okura kalıyor...
‘Öyle Güzel Bir Yer ki’ geçmişin peşlerini bırakmadığı karakterleri, değişip dönüşen şehir ve binalarıyla okuyucuya ilk anda bir dünyanın yıkılmak üzere olduğu, bir zamanın sona erdiği hissini veriyor. Kaybetme duygusu mu ağır basıyor?
Roman yazmanın tuhaf yanı da bu. Yaşadıklarımız çeşitli şekillerde kurduğumuz dünyaya sızıyor. Başlangıçta aklımda geç yaşanan bir aşk hikâyesi anlatmak vardı. Eski lise arkadaşları yıllar sonra bir araya gelirler ve o elde edilememiş olan sevgili şimdi elini uzatsa dokunabileceği mesafededir, yağmurlu bir mayıs akşamıdır, mekân eskiciden hallice bir antika dükkânıdır... Her şeyi başlatan böyle bir atmosferde gerçekleşen bir öpüşmeydi aslında. Pencereden dışarıyı seyreden kadın ve az sonra onu öpecek olan adam. Her şeyi değiştirecek olan o öpüş... Zamanın incelmesi, şeffaflaşması, genleşmesi. Roman uzunca bir süre benim için bu sahneden ibaretti. Daha sonra tüm romanlarda olduğu gibi dünya bu anın içinden katman katman doğup gelişti. Tabii işler karışmaya başladı. Birçok defa olduğu gibi niyet ettiğimden çok daha farklı bir şekilde gelişti.
Başlangıçta, söylemesi komik ama, çok sakin bir roman hayal ediyordum; ateş başında toplanmış birbirlerine hikâyeler anlatan eski arkadaşların hayattan çaldıkları bir gece gibi huzurlu, “Bu gece hiç bitmese, hep bu anın içinde kalsak” dedirten bir ruh durumu özlemi içindeydim. Fakat romanın dünyasını kurarken yıkım ağır basmaya başladı. Kuşkusuz yaşadığımız dönemle ilgili bir durum bu. Yaşadıklarımız rüyalarımıza nasıl teklifsizce giriyorsa yazdıklarıma da o şekilde giriveriyor. Kimi zaman her şeyin yıkılmakta olduğu duygusuna kapılıyoruz. Ama bu yıkım duygusunun hemen yanı başında başka duygular da var, sonsuza dek sürmesini isteyeceğimiz anlar da yaşıyoruz. Mutluluk, aşk, arzu, hırs, öfke, intikam hisleri birbirinin içinden geçerek çoğalıyor, hayatımız dediğimiz şeyi oluşturuyor. ‘Öyle Güzel Bir Yer ki’ sanırım bu ruh durumumu yansıtıyor.
Romanın kahramanı Kerem bir eskicinin oğlu olarak çok iyi bir eğitim alma şansını yakalıyor. Fakat babası gibi eskici olarak yaşamını sürdürüyor.
Gidememek... Sanırım babayla ilgili bir mesele benim için. İnsanın hayatını nasıl yaşayacağını belirleyen bir tarafı var baba-oğul ilişkisinin. Bu romanda da birçok baba-oğul var... Baba-kız da var. Annelik meselesi de var. Bir insanın yaşamındaki çeşitli anlar, çeşitli dönüm noktalarında yaşadığı tutukluklar, kafa karışıklıkları hatta bazen yaptığı hatalar, hepsi kişilerin karakterleriyle doğrudan ilintili. Karakterleri de içine doğdukları ailenin hikâyesiyle, anne ve babalarıyla yaşadıklarıyla belirleniyor. Kendimizi bölünmez bir bütün olarak algılıyoruz, tam ve sürekli aynı kalan bir benliğimiz olduğunu düşünüyoruz ama bence burada ciddi şekilde yanılıyoruz. İçimiz seslerle dolu. Bakışlarla. Dokunuşlarla. Sözcüklerle. Yaşantılarla. Bunların çok az bir kısmı bize ait. Annenin, babanın, aile büyüklerinin, kimi zaman bir ağabeyin sesi diğer birçok sesten baskın olabiliyor. Benliğimizin katmanlarından birini oluşturabiliyor. Sadece işin psikolojik kısmı değil aslında beni ilgilendiren. İşin bir başka ilginç boyutu, gerçekte de kendi benlik algımızı kurmaca yapmaya benzer bir şekilde kurduğumuz... “Ben kimim?” sorusu küçük bir dil sürçmesiyle “Ben kim olmalıyım?”a dönüşür. Orada yanıt veren kuvvetli seslerden biri babanın sesidir.
Ne kadar değişsek de köklerimiz nereye aitse bir yerden sonra o köke mi dönüyoruz sizce?
Bir insanın dünya üzerinde durduğu yer nedir, sorusuyla bağlantılı bu kökler meselesi. Kendimizi konumlandırışımız tamamen kişisel tercihimize bağlı değil. Sonsuz bir özgür iradeye de sahip değiliz. Bir irademiz var, evet bu çok önemli ama bir yandan da içinde bulunduğumuz ağlar var. Bizi ayakta tutan ilişkiler ağı. Kerem karakterinin geçmişindeki ve çevresindeki her şey o ağın birer düğümü. Roman bu düğümlerin bazılarının çözüldüğü, yıkıldığı ama bazılarının da daha beter katılaştığı dramatik bir dönemi konu ediyor. Tabii mekânın özel bir önemi de var çünkü birçok şeyin üst üste bindiği bu yüzden de kendine özgü bir derinlik kazanan bir yer dükkan. Orası çoklu bir anlam uzayında bir düğüm noktası Kerem için. Hem geçmiş hem bugün. Ama yarın? İşte orası çok muğlak. Gelecek bugünden kestiremediğimiz gelişmelere gebe.
Kitabın karakterleri farklı sınıfsal ve etnik kimlikleriyle karşımıza çıkıyor. Sanki hepsi Kerem kadar bu ülkenin de karakterini biçimlendirmiş unsurlar.
Kuşkusuz öyledir. Bu tabii bir yanıyla da bir İstanbul romanı, yani şehri oluşturan kültürel çeşitliliği çeşitli biçimlerde yansıtıyor. Söz konusu İstanbul olunca arka planda kalması çok güç bir yerden söz ediyoruz demektir. İngilizlerden kalan eski okul binası, zamanında büyük bir aileye ait olduğunu sadece adından sezdiğimiz bir Nişantaşı apartmanı, Gezi Parkı, siren sesleriyle, gerginliğiyle hiç uyumayan bir şehir. Eski metruk binalarda hayaletler olduğuna inanılırdı. İstanbul da öyle bir yer bence. Hem metruk, terk edilmiş ve hem de yaşayan bir yer. Bugün içinde yaşayanların bir rüyanın içinde gibi dolaştığı, karşısına çıkan hayaletleri bir türlü anlayamadığı, geçmişi bilmediği için her köşesinde yabancılık hissettiği, bir türlü içselleştiremediği bir yer. O yüzden evet, Kerem’in karakterini biçimlendiren unsurlarla İstanbul’un karakteri arasında bir paralellik var, diyebiliriz. Ama tüm ülke için bunu söylemek mümkün mü, doğrusu bilmiyorum. Çünkü Türkiye İstanbul’dan çok daha büyük ve karmaşık.
Suçluluk duygusu roman boyunca karakterlerin peşini bırakmıyor. Bu sadece bireysel bir geçmişin suçluluk duygusu mu yoksa çok daha kolektif bir suçluluk duygusunu mu paylaşıyoruz aslında?
Romanların, öykülerin bir özelliği de okurda alegorik okuma arzusu uyandırması sanırım. Özellikle bizimki gibi siyasi ve kültürel hayatın kırmızı çizgilerinin çok kalın çizildiği ülkelerin edebiyatları hep bu şekilde okunma eğiliminde oluyor. Jameson’ın dediği gibi... “Tüm üçüncü dünya metinleri ulusal alegoriler olarak okunmalıdır, bu anlamda siyasidir; roman karakterlerinin macerası bireysel dinamiklerinden çok içinde yaşadıkları toplumun siyasi meselelerinin tezahürü olarak görülmelidir” diyor. Bu epeyce karmaşık bir konu.
Yazarın yazma sürecinde kendini bir ulusal alegorinin taşıyıcısı görüp görmemesi, bilinçli bir şekilde alegorik yazıp yazmaması, okuyucunun bu saikle okuyup okumaması hepsi birer etken. Ben doğrusu öyle bir amaçla yazmıyorum. Romanımdaki karakterlerin suçluluk duyguları daha büyük bir kolektif ruh durumunu temsil etsin diye yazılmadı. Ama bireysel olan bu hikâyelerin toplamı o noktaya varmıyor da diyemem. Yani baştan niyet ettiğim bir şey değildi. Gerçi bu okuma biçimleri konusunda daha geniş bakmaktan yanayım. Sadece üçüncü dünya metinleri değil tüm metinler siyasi alegoriler olarak okunabileceği gibi, hepsi psikanalitik açıdan da okunabilir. Okuma biçimlerinin çokluğu hem edebiyatı hem hayatımızı zenginleştirir.
ÖYLE GÜZEL BİR YER Kİ
Murat Gülsoy
Can Yayınları, 2017
240 sayfa, 19.50 TL.