Güncelleme Tarihi:
Yaşadığımız salgın dönemi pek çok yeni gerçeklikle yüzleştiriyor bizi. Yavaş yavaş akışına dönmeye başlayan hayatın adı bile artık ‘yeni normal’. Bu ‘yeni normal’in bir adım sonrası için ise bilimkurgu yapıtlarından aşina olduğumuz bir gelecek tahayyülü var artık. Dolayısıyla bir virüsle değişen dünyaları anlatan distopyalar ne kadar haklı çıktıysa, içinde geçen icatların birer birer gerçekleştiği, yapay zekânın kullanıldığı ütopyalar da sanıyorum o derece haklı çıkacak. Doğaya verilen tahribatın, hayvanlardan çalınan yaşam alanlarının sonucu ortaya çıktığı söylenen salgının yeniden şekillendirdiği günümüzde, gittikçe bir distopyaya benzeyen yaşamımızı anlamlandırmak adına bu türden hikâyelere bir adım daha yaklaşmakta fayda var.
O hikâyelerden birine ise Türkiye’de daha önce ‘Bir Kutup Ayısının Anıları’ adlı romanıyla tanıdığımız Yoko Tawada’nın kaleminden çıkan ‘Tokyo’nun Son Çocukları’ örnek olabilir.
‘Tokyo’nun Son Çocukları’ için ‘gerçekçi çağrışımlarıyla unutulmayacak bir kitap’ deniyor. Özellikle son dönemde yaşadıklarımızla birlikte Tawada’nın romanının bu gerçekçi çağrışımlarının daha da bir ete kemiğe büründüğünü belirtmekte yarar var. Ağaçların zehirli meyveler verdiği, sadece yaşamanın bile ‘Ölmeyelim Yeter Günü’ olarak kutlandığı, çocuk ve büyük kavramlarının enteresan bir şekilde yer değiştirdiği, sınırları dış dünyaya kapalı bir Japonya’da geçen bir gelecek resmi üzerine kuruyor romanını Tawada.
Tawada’nın romanında çizdiği bu manzara size de tanıdık gelmedi mi?
Yaşamak elbette güzel. Peki, her ne olursa olsun yaşamanın yolunu bir şekilde bulmayı beceren insanın, sadece nefes alıp vermesine yaşamak diyebilir miyiz?
Dünya çapında nitelikli edebiyat ödüllerinin de sahibi olan Tawada’nın genel çerçevede okuruna yönelttiği ve düşünmesini istediği soru da bu aslında.
TEKİNSİZ BİR ATMOSFERDE
‘Tokyo’nun Son Çocukları’, ne olduğu belirsiz fakat insan yapımı olduğu kesin bir küresel felaketin harap ettiği Japonya’ya götürüyor okurunu. Hikâyenin kahramanları ise Tokyo’nun 100 yaşını aşmış yaşlılarından Yoshiro ile onunla beraber yaşayan henüz ikinci sınıftaki büyük torunu Mumei. Geçen yüzyılda garip bir şekilde, birbiri ardına gelen nesiller giderek daha zayıf ve hastalığa açık hale gelmişlerdir. Buna karşın yaşlılar ise asla bu hayattan kopmayacakmış gibi sağlıklı ve dinçtirler. Bu bağlamda Yoshiro ve torunu Mumei arasında da enteresan bir ilişki biçimi gösteriliyor.
Bir başka ilişki biçimi de insanların cinsiyetleriyle kurduğu bağ üzerinden anlatılıyor yazar tarafından. Erkek ve kadın arasındaki giderek gevşemeye başlayan ayrım, romanda çoğu insanın hayatında en az bir kez değiştirdiği cinsiyeti üzerinden anlatılıyor.
Tawada, romanında ele aldığı ve gerekçelerini bugüne dayandırdığı meselelerini tam anlamıyla ‘tekinsiz’ denebilecek bir atmosferle yansıtıyor okurlarına. Bu atmosfer ise Kafka’nın ‘Dava’sını ve ‘Ceza Sömürgesi’ni getiriyor hemen akla. Zaten genelde Tawada ismi anıldığında Kafka’nınki de ardından geliyor ve Tawada da bundan hiçbir rahatsızlık duymuyor. Aksine, bu ismin yükünü sırtlamaktan hoşnut görünüyor. Bu anlamda ‘Tokyo’nun Son Çocukları’ için Kafkaesk bir post-modern anlatı demek mümkün. Fakat roman asla bundan ibaret değil.
İlerleyen sayfalarda dışa kapalı Japon hükümetinin hiç hoşlanmayacağı uluslararası sağlık kuruluşlarının, Tokyo çocuklarının başına gelenleri araştırmak için olaylara müdahale etmek istemesi ve bunu organize eden yerel bir gizli kuruluşun akışa karışmasıyla olaylar daha çetrefil bir hal alıyor. Roman da yönünü tekinsiz atmosferiyle birlikte gerilimli sulara doğru çeviriyor. Ancak romanda her ne oluyorsa Tawada’nın yarattığı zihin açan dünyanın sınırlarına hizmet ediyor ve yazar, anlattığı hikâye boyunca yaratıcı bir düşünme biçiminin tezahürlerini sergiliyor.
‘Tokyo’nun Son Çocukları’ ele aldığı her meseleyi vurucu imgelerle sayfalarına taşıyan güçlü bir roman. Tawada da bu romanıyla kaleminin gücünü göstermek ister gibi; bu karanlık atmosferi alabildiğine şiirsel bir dille anlatıyor okuruna.