Güncelleme Tarihi:
Tanpınar’ın artık sahaflarda bile pek bulunmayan Euripides çevirileri yeniden yayımlandı (Dergâh Yayınları): ‘Alkestis’, ‘Medeia’, ‘Elektra’. Kitabı yayına Erol Gökşen hazırlamış. Hem Gökşen, hem dizi editörü değerli İnci Enginün giriş yazılarında, Euripides’lerin 1940’larda Millî Eğitim Klasikleri arasından yayımlandığını özellikle vurgulamışlar.
Tanpınar, Yunan Klasikleri arasında niye Euripides oyunlarını tercih etmişti, yanıtlamak zor. Bir tercih miydi, onu da yanıtlayamıyoruz. İnci Enginün’ün değerlendirişi şöyle: “(...) Tanpınar’ın bu eserleri feminist bir anlayışla çevirdiğini söylemek güçtür. Fakat ister Tercüme Kurulu ona bu eserleri çevirme görevini vermiş, ister bu eserleri bizzat kendisi çevirmeye talip olmuş olsun, bu çevirilerle Antik Yunan tragedyalarının en etkili üç eserini Türkçeye nakletmiş bulunmaktadır.”
Euripides, Yunan tragedya yazarları arasında yenilikçiliğiyle tanınır. Tragedyanın değişmez kurallarını kıyısından köşesinden sarsmış, kendi kişisel mimarisini öne çıkarmıştır. Sözgelimi onun ‘Elektra’sı -Erol Gökşen’in vurguladığı gibi- ‘adaletsiz yönetimlerin hiçbir zaman kalıcı’ olmayacağına göndermelerle yüklüdür.
Euripides’in 90’ı aşkın oyun yazdığı ileri sürülüyor. Ne var ki geriye 17 eseri kalmış. Yaşadığı dönemde pek sevilmemiş: Aristophanes ‘Kurbağalar’ komedyasında onu olumsuz yönde eleştirmiş. Ölümünden sonra seyirci ilgisini sürdürüyor ve Euripides eserleri nice zamanlar ayakta kalıyor. Fransız edebiyatının büyük oyun yazarı Racine ondan etkilenmiş...
Tanpınar’ın çevirisinden ‘Medeia’yı okurken bazı mitosların yüzyıllar sonrasına nasıl etkidiğini de ister istemez düşünüyorsunuz. Çağdaş tiyatromuzun değerli yazarı Güngör Dilmen, 1967’de ‘Kurban’ı yazmıştı: 30’larının sonundaki Zehra’nın dramıyla ‘Medeia’ arasından o tuhaf yakınlık! Üstüne kuma getirilen Zehra, düğüne kurban olarak afyonlu çayla uyuttuğu çocuklarını sunar! Güngör Dilmen’in o kadar şiirli söylemiyle.
1967’de ‘Kurban’ı Gülriz Sururi’nin yorumundan izlemiştim; bunca yıl sonra o görkemli yorum, canlandırış gözümün önünde. Gülriz’i sahnede hem Medeia hem Zehra olarak hatırlıyorum: İnsan acısının değişik kültürlerde ve zamanlarda nasıl hep aynı kaldığına bir sentezdi onun oyunculuğu.
‘Kurban’ın yeni basımları yapıldı mı, bilmiyorum. Bendeki Bilgi Yayınevi’nin verimi; kapakta oyundan bir sahne. Elli bir yıl öncesi o fotoğrafta bütün canlılığıyla yaşayıp duruyor...
Metin Erksan’ı yaşatmak...
Ercan Kesal’ın yeni eseri ‘Kendi Işığından Yanan Adam’ı (İletişim Yayınları) çok severek, bir gecede okudum. Fuar dönüşüydü, yorgundum; ama ‘Kendi Işığından Yanan Adam’ -daha adından başlayarak- alıp götürdü.
Sinemamızın bu çok önemli, özgün yönetmenini ben de tanımıştım. Uzun söyleşilerimiz de olmuştur. Ercan Kesal ise “Abim, dostum, yad ellerde babam, arkadaşım, şahidim, hastam ve ustam” dediği, ‘bambaşka’ bir Erksan tanıtıyor bize. O Erksan’ı -yani asıl Metin Erksan’ı tanımak için- Kesal’ın yazdıklarını özümseyerek okumak gerekiyor.
“Çok özgün bir yönetmendi. Türk sinemasının yüz akı ve köşe taşı filmler yaptı, Keloğlanlı, Emel Sayınlı filmler de. ‘Kadın Hamlet’de. Korku filmi ‘Şeytan’ da!”
Geçimsizliği, hırçınlığı, kırıcılığıyla tanıdığımız Metin Erksan, ‘Kendi Işığında Yanan Adam’da ‘Sevmek Zamanı’nın o suskun yaratıcısı olarak beliriyor, yaşamaya koyuluyor, sonra birdenbire her şeyi hiçleyerek aramızdan ayrılıyor. ‘Peri Gazozu’nun yazarı Ercan Kesal, bu, kendi kendini de hiçleyen hayatın kılı kırk yaran tanığı. Kitap boyunca, hemen her cümlesinde, uzaktan yaklaşımlar için anlam taşımayacak bir yaşantıyı deşiyor.
‘Kendi Işığında Yanan Adam’ı okurken, Erksan’ın o gerçekleşmemiş isteğini düşündüm hep: Saffet Nezihi’nin unutulmuş romanı ‘Zavallı Necdet’i yeniden sinemaya aktarmak. Kim bilir ne unutulmaz bir tutku filmi olurdu!..