Güncelleme Tarihi:
‘Mitos ve Ütopya’da, İstanbul’un tarihsel ve kültürel mirasından ilham alıyorsunuz. Ankara ve New York’tan sonra yerleştiğiniz bu kentle kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz?
İstanbul, bana göre inanılmaz akışkan bir şehir. Her şeyin ötesinde kendine has bir ritmi var. 7 yıl önce de bir süreliğine geldiğimde tam olarak kelimelere dökemediğim bir merak, bir cazibe beni burada tutan en önemli etkenlerden birisi oldu. İstanbul’da yaşayan herkesin çok iyi bildiği zorlayıcı düzeni, plansız yapılaşması bile ona has bu cazibeyi yok edemiyor. Sürekli değişip, dönüşüyor. İlk taşındığımda herkes “artık hiç eskisi gibi değil İstanbul” diye hayıflanıyordu. Bu, geçen süre içerisinde bu söylem hiç değişmediği gibi ben de bugün aynı şeyi söylüyor, hem hüzünleniyor hem de bir kentin buna nasıl dayanabildiğini hayretler içerisinde gözlemliyorum. Sanki kentin yüzyıllardır damıttığı bilgi ve görgü buralarda bir yerde hep bir direnç oluşturuyor. Kentin tarihini öğrendikçe de o köşebaşındaki çeşme, her gün yürüdüğün sokağın adı gibi şeyler sana ayrı konuşmaya başlıyor. İstanbul’a geldiğimde yaptığım ilk sergi Nadireler Kabinesi’nde yaptığım bir çalışma vardı; Öngörülemeyen Dönüşüm diye. Orada o zamana kadar yabancılaşan nesneleri ellerimde tutup, çevremle birlikte Viktoryen bir bitkisel deseni kullanarak bütünleştirmiştim. Bu görsel bir hoşluktan ziyade bir görsel dilekti ve sanırım geçen zaman içinde bu dileğim gerçekleşti. Bugün tüm olan bitene rağmen buraya çok bağlı hissediyorum.
Solo sergi, bir tür orkestrasyon
Bir önceki serginiz ‘Araba Sevdası’nda seramik yapmanın sınırlarını zorlayarak aynı adlı romana konu olan kamyonu birebir boyutta seramikten ürettiniz. Bu sergide ise seramik yapmayarak, var olanı yeniden yorumlayarak bir tavır sergiliyorsunuz. ‘Seramik yapmak’tan bu noktaya nasıl geldiniz?
Recaizade Mahmut Ekrem, romanın başkarakteri yaşadığı kültüre yabancılaşmış Bihruz Bey üzerinden yanlış anlamalarla dolu bir Batılılaşma eleştirisi kurguluyordu. Seramikten bir kamyon basitçe büyük bir yanlışlık. Bu fikirsel katmanının yanında da seramik gibi çetin bir malzemeyle girişilen bir mücadele ve inat. Bu sergi o ana kadar pek ilgilenmediğim, hatta çağdaş bir görsel sanatçı olarak arama bir miktar da mesafe koyduğum geleneksel süsleme sanatlarını irdelediğim ve onlarla yeni kurgular denediğim bir dönem. Hikâyenin ‘Mitos ve Ütopya’ ayağında ise durduğum yere ve zaten yapılmış olana, yani seramik malzemenin kendi geleneğinin getirdiği formlara bir yeni bakış var. Seramik denince ilk akla gelen kap kacak, dekor, süsleme gibi kavramların içine girip biraz daha yakından bakmak, ölçek ve biçimleriyle oynamak, onlarla denemeler yaparak alternatif bir biçim dili oluşturmak...
Peki, seramiğin kap formunu parçalara ayırarak bir anlamda formsuzluk denemelerine girişmek nasıl bir tavrın sonucu?
Kap formu artık bir kap olmadığında, mesela, kırılıp parçalandığında yahut kilden müdahalelerle hem işlevi hem de şeklini kaybettiğinde yeni bir oluş haline geçiyor. Yahut kilin kendisi, ham haliyle başka bir şey olmak istemiyor. Bu bir dönüşüm ve dahası dönüşüme izin verme tavrı, kilin istediği formu almasına aracı olmak. Görsel sanatların en büyük gücü, malum, görselliği. Malzemenin uzun üretim süreçlerinde bünyelerine dahil olan bir şey var. Maddenin ve sürecin zamansallığı. Üretim için her malzemenin talep ettiği emek ve süre izleyicisinden de algılanmak için bir zaman talep ediyor. Formlar aslında sadece durmuyorlar, görülmeyi bekliyorlar. Bir şeye benzemeleri gerektiği için değil sadece bir form, bir biçim oldukları için… Bir çeşit soyut düşünme becerisi…
Sanatçı olarak sizin alameti farikanız olan renkli çiçek desenleri bu sergide azaldı sanki...
Çiçekler bu sergide de varlar. Hem de asıllarıyla... Çok daha konsantre, çok daha yoğunlaşmış bir biçimde. Solo sergiler bana göre bir sahne kurmak, bir çeşit orkestrasyon. Bu sergide çiçekleri daha çok zamansallıkları çerçevesinde algılıyoruz. Hani eski yapılarda biten bitkiler vardır, yabani otlar... İnsan faaliyeti yoksa onlar gelir, kendi kendine büyür, kültürel doğa gerçek doğayla kaplanır. Bunda bence müthiş bir huzur var. Her şeyin geçici olacağını bilmek hem varlığı anlamlı kılıyor hem günün acılarını dindiriyor.
Burçak Bingöl’ün ‘Mitos ve Ütopya’ başlıklı sergisi 28 Şubat-22 Nisan arası Galeri Zilberman’da.