Güncelleme Tarihi:
Erkek denen yaratığın kadın üzerindeki tahakkümünün ‘tahrip edici’ (kelimenin tam anlamıyla) yansımaları, yeryüzünü her geçen gün daha da kirletirken ve bunu onaracak ‘sargı bezi’ tükenme noktasına gelmişken önüme düştü Onur Ünlü’nün romanı. Ruhumdaki ‘boğucu’ etkisi de katlanarak büyüdü haliyle. Kimi zaman derin iç çekişleri, kimi zaman dudakta hafif bir tebessüm, kimi zamansa bariz göz seğirmeleriyle okudum bu metni. Ve fakat, tüm bunların ötesinde ‘varlığım varlığına armağan olsun’ tadında bir ‘coşku’ da eşlik etti bana okuma serüvenimde. ‘Kızçocuğu’ ile karanlığın ortasında slalom yapmak, ‘ihtimal dahilinde olmayan’ bir arınmaya pencere açarken, öte yandan da bir süper kahramanın ona bir türlü tam anlamıyla yardım edemeyen ‘sarsak yaveri’ gibi hissettirdi.
Ne yalan söyleyeyim, Onur Ünlü’nün ilk romanı ‘Kızçocuğu’nun kapağını açtığımda tedirgindim. Sinemacının ‘kopuk uçurtma’ misali beyninden süzülüp sayfalara aksede(bile)cekler ürkütüyordu beni. Yaklaşmakta olan ‘sayıklama’ merasimi esnasında, düğün salonlarında duvara yaslanıp ‘kız kesen’ delikanlılar gibi boşluğu dövme riski de vardı, tipik ‘erkek’ refleksinin tuzaklarına kapılıp talandan payıma düşeni alma çabasına girme riski de...
Ama öyle olmadı...
Nasıl mı oldu? Anlatayım..
Onur Ünlü’nün 16 yaşındaki kahramanı Ayşe (Şekeryan), namı diğer ‘Kızçocuğu’, birinci tekil şahıstan anlattığı hikâyesine başladığı ilk andan itibaren ‘kanlı canlı edebiyat’ın yılmaz bir neferi olacağını fısıldadı kulağıma (aslında haykırdı). 12 yaşındayken köyünde tecavüz edilip hamile bırakılan, 13’ünde anne olan, sonrasında öldürülmekten Nuri Abisinin merhametiyle kurtulup İstanbul’a gelen ve süreçte başına gelmedik kalmayan bu dâhi (Onur Ünlü’nün kafasına başka türlü giremezdi çünkü!) kız, kötülük atmosferinin olanca kesifliği içinde ‘haklı bir intikam’ arayışına girdi ardından, söylediğim gibi beni de kendine ‘yaver’ tayin ederek. Ona eşlik ederken hissettiklerimin handiyse (Ayşe, ‘handiyse’yi kullanabilmek için 200 küsur sayfa bekledi, ben bekleyemedim!) ‘dönüştürücü’ bir etki yarattığını da söylemeliyim bu noktada. Yaverlik serüvenim boyunca şahit olduklarım, Onur Ünlü’nün ‘gelgitli’ beyninin kıvrımlarına daha yakından bakabilmemi de sağladı şüphesiz.
AYŞE’NİN ‘ERKEKLİK’LE MÜCADELESİ
Sinemasıyla işi çözdüğümü zannederken, edebiyatıyla ortaya koyduğu ‘deformatif’ anlatı (bir örneğini sinemada ‘Put Şeylere’ ile denemişti) karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. Bir yandan kelime ve kavramları -karakterin talep ettiği gibi- eğip bükerken, diğer yandan ‘çatısız’ bir bina yapmanın da mümkün olabileceğini gösteriyordu. Üzerimize yağmur mu kar mı yağacak, taş mı yıldırım mı düşecek diye dertlenmenin beyhudeliğine açtığı parantezin ‘kırat’ karşılığı olmadığını söylememe bile gerek yok! Altından kalkılması son derece zor ve ‘girift’ hikâye kurgusu, Onur Ünlü’ye pes dedirtmemişti belli ki...
Ama asıl önemli olan, biçimsel zenginliğin ve zorluğun kazandırdığı hikâyedeki ‘paradoksal’ coşkuydu tabii. Kirli, çürük ve adi bir dünyanın göbeğinde girdiği intikam arayışında Ayşe’nin yanında olmak bir şeydi ama yanında olmamayı da tercih edebilirdiniz. Hedefine ulaşmak için ölmek ve öldürmek de dahil olmak üzere her yolu göze alan bu ‘çocuk’, testosteron yağmuru altında şekillendirdiği rotasında ‘erkeklik’le kıyasıya bir mücadeleye giriyordu. Paradoksun temelini Nuri Abisi dışında (ki onun da defoları açıktı) bütün erkeklerin imhaya layık ‘düşmanlar’ olarak çizilmesi oluştururken, ters açıdan bakıldığında ise ‘haksız’ bulamıyordunuz bu resmi. Yeryüzündeki bütün kötülüklerin altında yatan ‘minik erkek beyni’ ve onun altına gelişigüzel hizalanmış hilkat garibesi bedenin varlığını, dahası hükümranlığını hâlâ sürdürüyor olmasıydı mesele. Erkekleri düşmanlaştırıp yok etmeyecek de ne yapacaktı Ayşe? Her daim şişkin egolarını besleyip daha da semirmelerini mi seyredecekti? Hikâyesinin bir noktasında şunu haykırarak paradoks(um)a ortak olmayacağını net bir şekilde göstermişti zaten: “Erkek eksik bir dişidir, daha gen aşamasında yaşamına son verilmiş ayaklı bir kürtaj!”
Ezcümle, Onur Ünlü’nün ilk romanı ‘Kızçocuğu’ ile sarsılmaz bir bağ kurduğumu inkâr edecek değilim. Her ne kadar sonlara doğru ritmini kaybeder gibi görünse de Ayşe’nin kan, ter, gözyaşı ve bilumum sıvıdan mürekkep serüveni çarmıha mıhlamayı başardı beni. Bu kadarla da yetinmedi Ayşe, her anını gözümde canlandırabildiğim hikâyesiyle boyutlar arası geçirgenliğe sahip bir süper kahraman olduğunu kanıtladı. Bana kalansa, ona yaverlik etmenin onuruydu!