Güncelleme Tarihi:
50’nci sanat yılı kutlamaları kapsamında son serginiz Bodrum’da açıldı. Oldukça önemli bir yıldönümü. Neleri düşündünüz sergiyi hazırlarken?
Bodrum’daki daha çok son dönem benim yaptığım işleri de kapsıyor ama aynı zamanda 2000’li senelere bir geçiş olanağı sunuyor. Bu sergi benim 2000’li senelerde yaptığım en önemli eserlerden biri olan’ 2’li Kümbet’i kapsıyor. Bu kümbet ikiye ayrılmış bir şeydir. Bir tarafı Berlin’dir, bir tarafı İstanbul’dur. Bu benim yaşam şeklimdir. Biri Berlin’deki yaşam şeklim, diğeri ise İstanbul’da yaşadığımız bir zaman içerisinde yaptığım bir kümbet. Bunlar şu anda Bodrum’dalar. Yine 2000’li yıllara ait bir ‘İz Mektubu’, oğluma hitap ederek yaptığım bir eserdir. Ondan sonra bir ‘El’ var... Aşağı yukarı aynı dönemde yapılmıştır. Bunların dışında son dönemlerde yaptığım eserlerim ‘İkili Yüzler’ ön plana çıkıyor. Ayrıca uzun soyut figürler ve böcekler temalı bir resim kapsamı içerisinde bir yerleştirme yaptık. 50. yılımda eserlerimi bir araya getirme süreci Bodrum’da böyle yansıdı. Mekân da biraz ön plana çıkıyor tabii. Koyacağınız eserler ne kadar olmalı, bu mekânı kaç eserle doldurmalısınız veya Bodrum’daki ışığın ortaya koyduğu o çok ışıklı ortamda gene böyle renkli eserlerin bir arada olması da daha ön plana çıktı.
Kendi varuloşunu eserlerinde sürekli sorgulayan bir anlayıştaki sanatçının geçmiş 50 yılına bakışı, hesaplaşması nasıl oldu?
Elbette kendi varoluşunuzu sorguluyorsunuz. Bir yaşam şekliniz var. Her insana verilmiş bir yaşam zamanı var. Bir zaman dilimi var. O zaman dilimi içerisinde kendimizi bulmaya çalışıyoruz aslında. Hem ruhsal olarak hem de etrafımızla birlikte bulmaya çalışıyoruz. Yani o atmosferde kendinizi nerede bulmaya çalışıyorsunuz. O anda da ürettikleriniz ortaya çıkıyor. Yani bu 50 seneyi düşündüğünüz zaman gezdiğiniz, gördüğünüz ya da etkilendiğiniz eserlerin de biraz resim anlayışınıza katkısı oluyorsa da hep kendi içinizde, kendi varoluşunuzu sorgulayarak doğru şekilde bir resim anlayışı ortaya koyuyoruz. Ve koydum da zannediyorum.
Bugüne gelene kadar da tabii bir sürü evrelerden geçtik. 64’lerde, öğrenim yıllarında, 67’de Mehmet Siyahkalem’in resimlerini tanıyışım Topkapı Sarayı’nda... Ondan sonra tabii sanat tarihini iyice kurguluyorsunuz, öğreniyorsunuz. Onun ötesinde bir şey var etmeye çalışıyorsunuz. O kurgu içerisinde de ‘Grotesk Figürler’ ortaya çıkıyor. Grotesk figürlerdeki o ekspresif yaklaşım... ‘Dostlara ektup’ adı altında yaptığım, böceklerle yaptığım resimler... Daha sonralara geldiğimizde zaman zaman eski sayfaları resimlerime katmam... Etkilendiğiniz bir atmosferde o eski yazıları resimlerinize katmak istiyorsunuz. O eskimişliği resminize katmak istiyorsunuz. O sayfaların eskimişliğini katmak istiyorsunuz. Resminizin görüntüsünü var etmeye çalışıyorsunuz.
Onun ötesinde bugüne kadar geldiğim zaman hatırlıyorum mesela, son dönemlerde hep ‘İkili Yüzler’ yaptım. Bunlar etrafımda oluşan ve beni etkileyen bir atmosferin ikili yüzler olarak yansıması. Çünkü hep farklılıklar ortaya çıkıyor, ikilikler ortaya çıkıyor o atmosferde. Sosyal yaşantı da öyle oldu Türkiye’de. Ben de o yüzleri yaptım hep 2007’den sonra. Aslında bu Kafka resimleri ile başladı. Kafka’nın fikir anlayışı ve okuduklarım sayesinde ona bir saygı niteliğinde bu resimler ortaya çıktı. Ama daha sonra 2007’de de daha büyük boyutlarda ikili yüzler yaptım. Onlar da bugünün esprisi.
Aklıma bir fikir geliyor bazen. Yazılması gereken bir fikir oluyor bunlar. Resim farklı bir şeydir, yazı farklı bir şeydir aslında. Yazı bir dildir. Söylenir, konuşulur. Ama resim öyle değil. Resim görsel bir şey. Tamamen var ettiğiniz iç dünyanızdaki bir hayal, bir biçimleme unsurudur. Orada insanların görmesi, yorumlaması anlam ifade etmiyor. Orada siz kendi başınızasınız. Ama o yazılar belki bir katkıda bulunuyor. Çünkü o anda o figürleri yaptığım zaman aklıma gelen biraz edebi, biraz da düşünce bazında bir şeyler yazıyorum. O da resimde yerli yerine oturuyor aslında, böceklerle birlikte. Böyle bir yapı oluştu. Son resimlerimde bütün o atmosferi kurguladım ve bu sergiye çalıştım.
Mevlana’dan Kafka’ya uzanan düşünce evreninize son dönemde eklemlenen şeyler oldu mu?
Böcekler benim için bir dil. Çünkü orada hakikaten bende bir mektup yazma isteğiyle başladı böcekleri resmime katışım. Bir ressama anlatamayacağınız sözcükler vardır. Ona onun diliyle hitap edersiniz. Öyle oluştu o resim anlayışı. Ondan sonra resimlerime böcekler hep yansıdı. Mektup gibi değil fakat başka biçimlerde, daha çok kendimi bir böcek olarak gerekli yerde gerekli şekilde kullanarak gelişti. Kaligrafi ise benim için daha evvel de söylediğim gibi bir eskimişlik, bir yıpranmışlık. O yıpranmışlığın getirdiği bir hüzün. Onun içinde başka şeyler var, çünkü edebi dilde anlatmak çok zordur. Hüzün de değil aslında. Onun ötesinde bir geçmişi var. Bir zaman dilimi var, zamanı anlatmak var. Hepimize verilmiş bir zaman var, bunu da biliyorum bir insan olarak. Yapabileceklerimizi de bu kurgu içerisinde geliştirmeye çalışıyoruz. Kaligrafi bu benim için. Yoksa içindeki yazılanlar veya ne söylediği değil. Sadece onun o yıpranmışlığı, eskimişliği, koyduğu bir duygu var. Güzel bir estetik de var ayrıca. Benim için bunlar önemli kaligrafide.
Beden önemli çünkü hep anatomi çizdim. Leonardo’yu çok sevdim öğrenim sıralarında. Mikelanj’ı (Michelangelo) sevdim. O yapıyı, o anlatımı, o dili sevdim. Eğitimden gelen bir alışkanlık belki bedeni çizmek. Ama bedeni çizerken de bir resim olayı koyuyorsunuz, gerekli kılınıyor belki de. İnsan olarak gerekli kılınıyor. İnsan biziz; benim veya sizsiniz. Onun için çizerek hep var etmeye çalışıyorum o biçimleri.
Sergideki eserler arasında yağlıboyaların dışında, kümbetler, bronz heykeller de bulunuyor. Farklı malzeme kullanımını belirleyen ne oluyor?
Bir biçimsellik arayışı oluyor. Heykel de öyle çıkmıştır zaten. Biz sanatçılar çoğunlukla tek yüzeyle uğraştığımız gibi zaman zaman üç boyutlu şeylere dokunmaya, onları şekillendirmeye ihtiyaç duyduk. Düşüncelerimizi o boyutta var etmeye çalıştık. Bir sürü bronz heykel ve yine kümbeti ortaya koyuyorum, kümbet fikri benim için üç boyutlu ama içinde insan barındıran bir yapı olarak görüyorum ben kümbeti. Onun için birisine İstanbul, birisine Berlin dedim ama ben kendimi hep ortaya koydum orada. Daha farklı boyutlarda da kümbetler yaptım zaman içerisinde. Bu benim için resmimi üç boyuta taşıdığım bir düşünce şekli. Ötesinde başka bir şey aramamak lazım.
Son dönemde daha çok beden ve böcekler öne çıkıyor sanatınızda, kaligrafi biraz geride kalmış gibi.
Evet kaligrafi biraz geride kaldı çünkü etki-tepki var. Etki-tepki içerisinde sanat yapmak çok zor oluyor. Yaptığınız işler bir tepki görüyorsa sizi de rahatsız ediyor. Rahatsız edince de bir düşünceyi kenara atıyorsunuz. O konuda düşündüğünüz şeyleri geri plana itmeye çalışıyorsunuz. Bu da bu zamanın ne kadar sanatçıyı serbest bırakıyor ve ne kadarı zincirliyor, onu gösteriyor. Zamanın veya ortamın ve sosyal yaşamın getirdiği bir şey.
Sanatçının esinlendiği şey ile dışa vurduğu şeyin birbirinden çok farklı olduğunu söylüyorsunuz. Esinlenilen şey ile dışavurma aşamasına gelene kadar nasıl bir süreç işliyor?
Esinlenmek aslında içinizde yaşattığınız bir düşünce şekli. O sizi hep itekler ama ortamını bulmanız lazım. Uygun çalışma ortamınızı bulduğunuz anda o itekleme, yani içinizdeki o dürtü, ilham şeklinde ortaya çıkıyor. Ondan sonra kendinizi konsantre etmeniz lazım. Özellikle yalnız olduğunuz bir ortamı bulduğunuz zaman bir eseri şekillendirebiliyorsunuz. Çokluk içerisinde olmuyor.
Ergin İnan’ın ‘50. Sanat Yılı’ sergisi Turgutreis Şevket Sabancı Kültür Merkezi’nde 30 Eylül’e kadar görülebilir.
ESERLERİ ÖNEMLİ MÜZELERDE VE ÖZEL KOLEKSİYONLARDA
Geliştirdiği üsluplar ve stili ile Türkiye’de belirli bir döneme ve günümüze ışık tutan Ergin İnan, 1943 Malatya doğumlu... 1964 yılında İstanbul Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Resim Bölümü’nün yetenek sınavlarını kazanarak resim öğrenimine başladı. 1968 yılında mezun olan Ergin İnan, Helmut Hungerberg’in asistanı olarak göreve başladı. 1969’da gittiği Salzburg Yaz Akademisi’nde Prof. Emilio Vedova’yla, 1970-1973 yılları arasında ise Münih Güzel Sanatlar Akademisi’nde Prof. Rudi Tröger ve Prof. Max Zimmerman ile çalıştı. 1972 ve 1973 yıllarında Paris, Venedik, Verona, Montova ve Floransa’daki müzelerde incelemelerde bulundu. 15 yıl boyunca aksatmadan katıldığı Küstausstellung - Wasserburg am inn Germany sergilerine süresiz katılım şansını 1972 yılındaki jüri seçimiyle yakalayan sanatçı, 1978-79 yıllarında DAAD Bursu ile Münih ve Berlin’deki güzel sanatlar akademilerinde ve müzelerde araştırmalar yaptı. Çalışmalarını 1981 yılında Amsterdam, Rotterdam, Den Haag (Lahey) ve Londra’da, 1983’te ise DAAD Berlinli Sanatçılar Bursu’nu kazanarak davet edildiği Berlin’de sürdürdü. Yurda dönünce Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı. 1985’te profesör oldu. Sanatçının eserleri, Ankara ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Müzelerinin yanı sıra Dahlem Müzesi (Berlin), Haus der Kunst (Münih), Kunstverein - Frechen, Modern Art Museum (Cleveland), Fredrikstad Modern Art Museum (Belçika) gibi müze ve kurum koleksiyonları ve pek çok özel koleksiyonda yer alıyor. 2010 Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’nü alan Ergin İnan, 2000 yılından beri İstanbul Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Sanatçı çalışmalarını İstanbul’daki atölyesinde sürdürüyor.