Güncelleme Tarihi:
‘Sana Kim Sarılacak?’ çok katmanlı, 1960’ların sonlarından bugüne uzanan, vurucu bir aile hikâyesi. Çıkış noktanız ne oldu?
Sartre’ın bir lafı vardır: “L’enfer c’est les autres” (Cehennem başkalarıdır). En yakın başkaları aile fertleridir. İlk çıkış noktası buydu. Romanda sadece aile değil; ölüm, sevgi, aşk, varoluş gibi binlerce yıldır ‘üzerine ve üzerinde’ düşünülen, yazılan, konuşulan ama reçetesi hâlâ netleştirilemeyenlerin de bir kolajı var. Bir ömrün yitip gidişi sonrası hayattaki mirasçılarına ne kalır? Bir gayrimenkul mü? Bir arazi, iki gardırop dolusu elbise mi? Biraz evlat, biraz torun mu? Küçücükten büyütülmüş devetabanı bir sarmaşık mı? İşte bunlar zihnimde seyir halindeydi.
İlk olarak yakın arkadaşlarımdan birinin ağabeyinin ölümü sonrası, muhteşem bir evin belleği sayılan eşyaların ve objelerin nasıl dağıtıldığına tanık olduğumda bir zamanlar tutkuyla yaşamış adamın önemsediği, ince ince işlediği kişiliğinin, varlığının, fikirlerinin tütsülendiği her nesnenin, mirasçılarının nezdindeki değersizliğini, geride bıraktığı elle tutulur her cismin, ‘hiç’ hükmünde olduğunu gördüm. Kimdi bu ölen kişi? Şimdilik uzayda hacmi kadar yer kaplayan parçalanır kütle, kimdi? Bu düşüncem daha sonra birkaç tanıdık vefatla pekişirken, annemin son günlerinde iyice berraklaştı. Anneler çocuklarına annelik sıfatının müsaade ettiği kadar açıktı. Ve aile içindeki yakınlık annelik rolünün ötesine geçmemişti. Ve annemin de zihnine asla vâkıf olamayacağımı, annemin bu açıdan mirasçısı da sayılamayacağımı düşünmüştüm. Bu fikir diğer bütün fikirler gibi romanı oluşturan katmanlardan biri oldu.
Usul usul bir hikâye anlatmak değil, okurun sarsılıp gözünü açmasını ister gibisiniz. Böyle bir derdiniz var mı?
Hayır, böyle bir iddiam yoktu. Aksine, özellikle kendim de karakterlere empati yapabilmek için duraksamak, anda kalmak ve olay örgüsüne kahramanım adına dikkat kesilmek istemiştim. Özellikle istemesem de hikâyenin gidişatı kendiliğinden can yakıcı bir hale büründü. Genellikle kinik bir kalem olmakla övünürüm. Metne duygusal olarak yabancılaşmaya gayret ederim. Dilimdeki alaycılık nedeniyle asla ‘ciğerdelen’ bir metin kaleme alamayacağımı düşünürdüm. Ama kitabın çıkışıyla birlikte okurlar bir anda aşırı duygu yüklendiler, buna ben de şaşırdım.
Romanda annenin kadınlığı meselesi önemli yer tutuyor. Anne, kadın olduğunu hatırlamasa kurtulabilir miydi?
Anne acaba kurtuldu mu? O sadece iradesi dışında bir kurtuluşla lanetlendi. Bu lanet onu içten içe kuruttu. Kadınlığını bir başka erkeğin desteği almak kullanmaya çabalıyordu. Ya da işin içinden çıkılmaz durumda bir kaçış yeri, bir panik odası yerine bir başka erkeği koymuştu. İradesi çok zayıf erkekler kahraman bakıcı kadınlara, iradesi zayıf kadınlar koruyucu erkeklere yaslanırlar genellikle.
Anne gidince aile bitiyor mu?
İnsanın atası gidince yapı dağılıyor. Bu illa anne değil elbette. Yapının harcını tutan bir şey, bir nesne bile olabilir. Hatıraları besleyen bir köy, bir dağ, bir ev, bir kucak. Şu çocuk şarkısının olağanüstü nakaratı mükemmel açıklıyor: “Orda bir köy var uzakta, gitmesek de kalmasak da o köy bizim köyümüzdür.” Sevgiyi tanıdığınız yer. Gitmesek de orada olduğunu bildiğimiz. Anne bu simgeleri kapsayan en önemli figür. Ama bir baba, bir kardeş, değer atfedilmiş bir ritüel belki bir mezar bile olabilir. Alışkanlığı kaybolsa bile anlamını kaybetmemiş.