Güncelleme Tarihi:
Serginin başlığında ‘Oyun Bitti - Hadi Oynayalım’ diyorsunuz. Biten bir şeye neden yeniden davet ediyorsunuz insanları?
Hem özel hayatımla ilgili her şeyin sonuna geldiği bir dönemdeydim hem de baktığım zaman dünya için de böyle olduğunu hissediyorum. Bir şeyler sona erdi ama umudumuzu koruyup hayata devam etmek zorundayız, tek direnme yolumuz da devam etmek. O açıdan hem politik, hem sosyolojik, hem ekolojik her şeyin sonuna gelindiği bariz ortada ve tekrardan dönüp bakmak zorundayız. Ne oldu, niye bitti, nasıl böyle tüketildi, nasıl böyle bir hoyratlığa gark olundu ve ne yapmak gerek? Bunun da bize en net cevabını veren tabii ki doğa. Ne yaparsan karşılığını bulabileceğin çok net bir gösterge doğa. Çok hızla bir felakete gidiyoruz ne yazık ki ama umut yok değil. Yaşam bir mucize, her an her şey değişebilir, yeter ki insanlık birazcık farkına varsın. İnancı biraz olsun yeşertebilirsek ben hâlâ ümitliyim. Bitti ama devam...
Önceki serginiz ‘Biophilla II’de kurguladığınız gerçeküstü doğa evrenine bu sergide üç boyutluluk ekliyorsunuz. Tuvalin üzerine yapıştırdığınız çiçek, yaprak motifleri hem biraz örtü işlevi görüyor hem de tuvalden taşan bir etkisi var. Üç boyutluluk daha önceki işlerinizde de vardı ama burada daha yoğun...
2008’deki ‘Düş Orman’ sergisinde ilk defa üç boyutluluğu salt doku olarak kullanmıştım. Anlatımın fonu gibiydi. Ondan sonra polyester kâğıdı yüzey katmanları olarak çok kullandım, üst üsteliklerde çok işime yaradı fakat kâğıdın kendi içinde müthiş bir özelliği var. Bir kere kâğıdı kıvırdığınızda bir daha asla geri bırakmıyor kendini, çünkü kağıt değil! Ve yıkayabileceğiniz kadar dirençli. İlk sergimden beri bir boyut ihtiyacım var. Kendimi anlatmakta -bu kendimi anlatmak mı kendimi tedavi etmek mi neyse- çok işime yaradı. Bazı şeyler kendiliğinden gelişiyor. O anda tamam diyorsun. İşlerime baktığımda kendi içinde bir devamlılığı var ama hep bir farklılığı olduğunu da düşünüyorum. Tekrara düşmeden aynı duyguyu geliştirip aynı sezgiyi farklı alanlara yayabilmek benim için önemli.
Üç boyutluluğun biraz süslemeci gibi algılanması bir tedirginlik yaratıyor mu sizde?
Hayır, bu benim işlerimde en başından beri var. Başta kiç diyordum. Kiç’in ne olduğu üstüne çok kafa da yordum. Kiç yani yoz-süs bir şeyin nasıl kullanıldığı, nasıl tüketildiğiyle ilgili bir şeydir. Benim hep süslemeye ve güzelleştirmeye -renk doğal olarak o etkiyi veriyor- bir temayülüm, bir meylim var. “Niye böylesi”nin tek cevabı zannediyorum ki ben ürettiğim şeyi üretim sürecinde kendimi iyileştirmek için yapıyorsam -ki öyle- bunun da karşımdakine iyileştirici bir etki geçirebiliyor olması benim kıstasım. Paylaşabileceğim tek şey o, iyilik geçirmek istiyorum. Niye resim yapıyorum? Kendimi tedavi ediyorum ben açıkça söyleyeyim. Bunu da paylaşabiliyorsam, birazcık insanları yükseltebiliyorsam, birazcık o karanlıktan çekip çıkarabiliyorsam... Daha başka benim bir şeyim yok. Hiçbir anlamda didaktik olmadı işlerim, hiçbir şeyi öğretmek, anlatmak derdim olmadı. Bir his geçirebilmeyi ümit ettim hep.
İçinde bulunduğumuz kaotik ortamda böyle renkli, coşkulu resimler yapmak size tedavi edici gelebilir ama ‘Ne yapıyorum ben?’ dediğiniz oluyor mu?
Açık söyleyeyim size, çok tuhaf bir biçimde hayatımın en zor döneminde yaptığım bu işlerde izleyiciden aldığım tepki yükseltici. Benim en altta olduğum bir dönemde benden bu kadar yükseltici bir şey çıkmasını ben anlamlandıramam, bilemiyorum nasıl oluyor. Gerçekten tuhaf ama salt bir direnç. Benim başka bir yolum yok, başka bir direnç gücüm yok. Yoksa bırakıp yok olmak çok kolay.
Sanat pratiğinizin merkezinde baştan beri doğa var. Buna nasıl karar verdiniz?
Büyüklere masal anlatmak istedim. Bunun nedeni üzerine çok fazla düşünmüyorum. Tek söyleyebileceğim şey herkes çocukluğuna dönüp bakıyor ya... Babam siyasi mülteci olduğu için Stockholm’deydik ve Stockholm’ün en büyük özelliği çocuklar için olağanüstü bir özgürlük alanı ve biz okuldan sonra eve gelip ormana giderdik arkadaşlarımla. Küçücüktük, birinci sınıfta, ikinci sınıfta, yani 7-8-9 yaşlarımda. O orman hem bir özgürlük hem bir korku; hem çok bilmediğin hem de çok cazip o frambuazlar, o kurbağalar, her şey... Büyülü bir yerdi. Yalnız da giderdim oraya. Yazları Ayvalık’taydım, benim kaçış alanım hep doğaydı. Doğa inancın, yaşamın, her şeyin özü. Daha kifayetli ne var bilemiyorum.
Babanız Şahin Alpay’ın uzun süredir tutuklu olması sizin üretim sürecinizi etkiliyor mu?
Babamın tutuklu olma durumu beni mahvediyor. Böyle bir haksızlık, böyle bir çaresizlik karşısında yok olup gitmek istiyorum ama öyle bir şansım ve hakkım yok. Ve ne kendime ne de babama bunu yapamam. Devam etmek zorundayız ve bu iş bitecek. Herkesin babası çok değerlidir. Benim babamla ilişkim de çok özeldir. Benim canım tabii ki çok acıyor ama açık söyleyeyim hiçbir şeyimi kıramazlar. Direncimi kıramazlar. Bu bitecek.
Günümüzde sanatçılar arasındaki iletişimi, dayanışmayı, işbirliğini nasıl görüyorsunuz?
Sanırım son 4-5 senedir herkes daha izole oldu. Benim gibi tek başına çalışan biri bile kadar izole kalmamıştı. Ortak ne söz var, ne dert var, ne de enerji var. Dağılıp gidilmiş vaziyette. Bu bana çok normal geliyor çünkü ülkenin vaziyeti belli. Öyle bir ortam, öyle bir dinamik yok. Herkes kendi derdinde ve herkes kendini kurtarmak için kendi yolunu arıyor. Öyle bir ortak tavır görmüyorum ne yazık ki. Genel olarak, inanç ve sevgi olmadan iletişim çok güç bir şey. Çünkü empati kalmıyor. Salt bireyci, salt kendine yönelik. Tabi bu Çin’de de böyle, Kanada’da da böyle, İran’da da böyle, Türkiye’de de böyle. Sirayet ediyor işte. Bizde çok yoğun. Şu anda iş en üst noktalara gelmiş vaziyette...
Elvan Alpay’ın ‘Oyun Bitti/ Hadi Oynayalım’ başlıklı sergisi 27 Ocak’a kadar Galeri Nev İstanbul’da.