Güncelleme Tarihi:
Eğitim dilinin İngilizce oluşu geçmişte daha çok tartışılırdı. Özellikle sözel derslerde kendi anadilinde düşünüp yazmamanın bir eksilmeye yol açacağı dile getirilirdi. Artık yalnızca bizde değil, yabancı dilde eğitim anlayışından uzak duran Avrupa’da da İngilizce eğitim dili olarak üniversitelere girmeye başlamış. Kaldı ki Avrupalıların yüzde 38’inin ikinci dili İngilizceymiş. Tim Parks, üniversitelerde İngilizce derslerin yaygın olduğu İskandinavya ve Hollanda’da bu oranın yüzde 90’ı bulduğunu belirtiyor.
Bu veriler en azından şu soruyu yeniden sorduruyor: İngilizcenin bütün dünyadaki egemenliğinin sonuçlarının ne olacağı üstünde yeterince duruluyor mu?
Sözgelimi bu durumda dünyada yalnızca İngilizce yazılmış ve yerel dile çevrilmiş romanların okunma oranındaki artışın etkileri neler olacak? Hollanda’da çeviri kitapların oranı yüzde 35’e çıkmış. Bu oran kurmaca kitaplarda yüzde 71’e ulaşmış. Kurmaca kitapların da yüzde 75’i İngilizceden yapılıyor. Bu son veri daha önemli. Demek ki Hollanda’da kendi edebiyatlarındaki üretimi yeterli görmeyen okurlar ve yazarlar için İngilizceyle yapılan edebiyat belirleyici bir yere sahip. O zaman edebiyat anlayışının da Anglosakson edebiyatına göre biçimlenmeye başlayacağı düşünülebilir mi? Bunun yadsınamayacak bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Bizde yayımlanan çeviri kitapların büyük çoğunluğunun da İngilizce asıllarından geldiği düşünülürse...
Başkalarıyla ortak konuşma konumuzun öncelikle Anglosakson edebiyatı oluşu da yaptığımız yazar ve kitap seçimlerini etkiliyor belki ama daha önemli olan, İngiliz ve Amerikan edebiyatından çıkmış kitapların ve yazarların uluslararası dolaşımda daha çok görünür oluşu. Biz de önce onlarla karşılaşıyoruz. Bu arada Tim Parks, “Yaklaşık 1970’lere kadar birçok Avrupalı yazarı (Moravia, Calvino, Sartre, Camus, Böll) ünlendiren, siyasi angajmanı olan toplumsal roman, Anglosakson dünyasında varlığını sürdürmekte” diyor, “ama birçok Avrupa ülkesinde hızla yok oluyor.” Bunu da insanların kendi toplumlarına ilişkin daha az kitap okumasına ve belki daha az yazmasına bağlıyor.
Bu saptamayı neredeyse yirmi yıldan beri düşünüyorum: Niçin en sevdiğim edebiyat önce Amerikan, sonra da İngiliz edebiyatı? İçeriğe ilişkin nedeni Tim Parks’ın söylediğine bağlı: Gündelik hayatın ilk bakışta göze görünmeyen yanlarını bulması, onları en iyi anlatan ayrıntılarından yararlanarak anlatıp önemsizmiş gibi görünen sorunları unutulmaz izler olarak bırakması, insanın insanla arasındaki ilişkilerin dramatiğini her an sıcak tutması.
İngilizcenin uluslararası egemenliği, kendi ülkeleri dışında dünyanın pek çok yerinde tanınan yazarların bakış açısını da etkiliyor olmalı. Türkiye’de bir milyon, dünyada yirmi milyon okuru olan Orhan Pamuk’un, anlattığı hikâyelerin buradaki okurdan çok dünyadaki okurlarına dönük oluşuna rıza gösterip göstermediği düşünülebilir. Sözgelimi ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ın anlattığı bir ülkenin kırk yılının hikâyesinin, o hikâyeyi içinden yaşamış okurlardan çok dünyadaki okurların ilgisini çekeceğini görmek için pek fazla düşünmeye gerek yok.
Günümüz Avrupa’sı da piyasanın isterlerine karşılık vermeye çalışan bir edebiyatın anaforu içine çoktan çekildi. Nicedir herkesi ilgilendiren yazarlar çıkmıyor oradan... derken de düşünüyorum, yanılıyor muyum acaba? Arada var elbette, sanırım İskandinav ve Alman edebiyatları bu piyasa eğiliminden kopabildiği noktalarda çarpıcı yazarlar da çıkarıyor. Son zamanlarda okuduğum yazarlar arasında Kuzey Amerika ve Latin Amerika dışında bulduğum pırıltılı yazarların oralardan çıktığını görüyorum.
Bizde uzun zamandan beri yazılanlarda dile, biçime, kurguya ilişkin durağan bir anlayış da var ama yaşadığımız hayatın pek çoğumuzu ilgilendiren büyük ya da küçük dünyaları içine sıkışan bireysel sorunları canevinden yakalayan romanların çok az yazılması da bana artık önemli geliyor.
Demek geleneksel, bilinen, dolayısıyla yazarın da öteden beri içselleştirdiği anlatım biçimlerinin ve dünyaların içinde kalarak bekleneni yazma eğilimi yeterince öne çıktı. Alışılmamış olanı bekleyen bir edebiyatın şimdi içinde yaşadığımız dönemde kendini gösterebileceğinin ipuçları, yok değilse de, epeyce zayıf görünüyor.