Güncelleme Tarihi:
Türkiye’de gazeteci olmak hiçbir zaman kolay olmamıştı kabul, ancak son zamanlarda daha da güç olmadığını kimse iddia edemez. TRT’de muhabir olarak başladığı kariyerini Show TV, Star, ATV, CNN Türk ve NTV ile sürdüren Çiğdem Anad, gazetecilik yaşamı boyunca sunuculuk, yöneticilik ve yapımcılık da yapmış deneyimli bir isimken, 2013’te işten atılınca uzun süre iş bulamadı. Nihayetinde çareyi Londra’ya yerleşmekte buldu. ‘Durduğum Yer Benim Değil’e başlarken kitabın ismine de ilham olan Turgut Uyar dizeleri karşılıyor sizi. Ne demiş Uyar, “Durduğum yer benim değilken, gidebilecek bir yerimin olmaması ne acı/ Gidebilecek bir yerim yokken hâlâ ve inatla durmayışım ne gaflet”.
Anad’ın, annesine ve içinde adı geçen tüm sevdiklerine adadığı kitabı bir zorunlu göç hikâyesi olmaktan fazlası. İstanbul’u çok seven birinin şehirle kurduğu bağdan buradaki dostluklarına ve yaşantısına, zamanına ışık tutan gündelik detaylardan sosyo-politik dönüşüme ve bunun beraberinde getirdiklerine de dokunan bir anlatı. Belli ki tam da bu yüzden Anad, kitabı öncesi-sonrası diye bölümlere ayırma gereksinimi duymadan, yekpare bir anlatımı tercih etmiş. İstavrit zamanı ile açılan kitap, gidilen meyhanelerden buralardaki arkadaşlıklara, apartman yaşantısından sokakların ruhuna, gündelik hayata değinirken kendi yaşantısından kesitler de sunduğu samimi bir dil benimsemiş.
Gazetecilik refleksi de diyebileceğimiz keskin ve gözlemci bakışını kalp gözü ile parlatan Anad, Cihangir’deki evleri, eşi Vito ve çocuklarıyla aile yaşantısını anlatırken 2007’den itibaren süregelen zaman diliminde haberciliğin, toplumun ve sosyal çevrenin nasıl altüst olduğunu da gözler önüne seriyor. Bu haliyle yer yer tanıdık gelen, çevrenizde bir şekilde tanıklık etme fırsatını bulduğunuz yahut bizzat başınıza gelen olaylar kadar sizin de uğrak noktanız olan mekânlar arasında hem kendinizle ve yaşantınızla ortaklıklar yakalarken hem de beraber dertleniyorsunuz.
Bir başka kente sürüklenmek zorunda kalma durumunun ne denli yorucu, yıpratıcı ve hüzünlü bir durum olduğundan bahsediyor Anad. Sadece memleket ahvaline ayna tutmakla kalmıyor, gittiği İngiltere’de yaşamayı, orada varlık gösterme çabasını da anlatıyor. Yer yer komik bu her deneyim kaçınılmaz olarak alışılması gereken bu yeni kültür ile girilen çatışmayı gözler önüne sererken, bir yandan da mecburen gidilen bu yeni yerin daha güvenli ve ‘yaşanılası’ bir yer olması ikilemini de yansıtıyor.
Ardında bıraktığı onca insan, sokak, mekân, lezzet ve kokunun arasında dönüp dönüp başını yasladığı annesi de var Anad’ın. Kitap bir yanıyla anneye, her daim öğreneceklerin bitmediği diğer tüm annelere de belki, duyduğu hasretin bir yazıya dökümü. Anad, kitabın sonuna yaklaşırken alzheimer teşhisi konan annesine şöyle sesleniyor: “Güle güle anne, güle güle yaşa. Ben yine düşüyorum göç yollarına ama bu yıl ben de ağlamayacağım... Bana dik durmayı, ölürken bile hatırlattığın için kalan aklına hayranım. Sen de biliyorsun ki çocuklarımız anne babaların önüne geçiyor. Hayat hep ileriye doğru akıyor.”
Uçağa bindiğinde gözlerini bir başka ülkenin topraklarında açan Anad’ın kitabı yaklaşık 10 sene içinde belki adını bile bilmediğimiz onlarca insanın sözcülüğünü yaparken, kalbinize de bir yumruk gibi oturuyor. Lakin umutsuz bir anlatı değil bu, öyle anlaşılmasın. Güzel günlere duyulan umutla yazılmış, kadir kıymet bilir bir vefa akdi daha ziyade. Çünkü yazarı da bir gün ait olduğu bu yere geri döneceğini biliyor gibi.