Güncelleme Tarihi:
Selim İleri... Yazan, çizen, okuyan herkes için çok önemli bir isim o. Sadece yazar olarak değil okur olarak da... Dile kolay 50 yıldır edebiyatla ayakta. Kaç nesil büyüdü onun kitaplarıyla, varın hesabı siz yapın.
Bu yılki 37. İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı Selim İleri. Gerçi her nesilde kendine yeniden bir okur kitlesi yaratarak onurunu okurdan almayı başarmış bir yazar. Yazarlığı kadar yazarlara da değer veren, pek çok unutulmuş ismi hatırlatan, hakkını teslim eden bir büyük usta... Söz kendine gelince oldukça mütevazı. Gerçi gençliğinde öyle olmadığını söylüyor. Ama ben yıllardır tanıdığım Selim İleri’den okuma hevesini hiç kaybetmemeyi, kendini eleştirebilmenin her zaman çok önemli bir erdem olduğunu ve edebiyatın bir insanı her zaman daha iyi biri yapacağını öğrendim. Tıpkı onu bir kez bile okumuş olan tüm okurlar gibi...
Şimdi biri roman, biri de anlatı iki yeni kitabıyla okuruyla buluşuyor İleri: ‘Elimde Viyoletler’ ile ‘Kumkuma’... İkisinde de kendinden izler olduğunu söylüyor. Madalyonun iki yüzü gibi. Ortak noktaları, onun imzası niteliğindeki hüzün... Selim İleri’yle hem yeni kitaplarını hem de onur yazarlığını konuştuk...
Önce bu yılki İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı olmanızla başlayalım. Ne hissettiriyor bu size?
Yıllar önce Peride Celâl, fuarda onur yazarı olduğunda kendisine eşlik etmemi istemişti. Bana da nasip olmasını, çok onur verici olduğunu söylemişti. Yıllar sonra temennisi gerçek oldu. Elbette çok onur verici.
11 yıl önce Doğan Hızlan’la yaptığınız bir söyleşide “Çok boşuna bir hayat görüyorum karşımda. Çünkü çok şımartılmış bir insanım. Çok gönül borcum var. Hem senin gibi hakkımda olumlu yazılar kaleme almış dostlarıma hem de okurlarıma. Edebiyatın az insana hitap ettiği fikrinden uzaklaşmak istiyorum ben” diyorsunuz. Bugün hâlâ aynı fikirde misiniz?
Bunların hepsini Doğan Hızlan uydurmuştur! Elbette şaka yapıyorum. Hâlâ aynı şeyleri düşünüyorum. Edebiyatın silahları ile yaşamın silahları arasında büyük fark var. Son yıllarda daha da açıldı bu fark. Edebiyatın silahları yaşamaya dair, yaşam verici. Dünyanın silahları ne yazık ki öldürücü. Bu fark oldukça, süregeldikçe edebiyat daha iyiye, insanca olana davet etmesine rağmen öbür tarafa göre çok zayıf kalıyor, kalacak.
Peki onurlandırılmak, onur yazarı olmak bir anlamda edebiyatın zaferi sayılabilir mi?
İstanbul Kitap Fuarı, Türkiye’de uzun yıllardan beri devam eden çok önemli bir etkinlik. İnsanları kitap almaya davet ediyor. Kuşkusuz çok önemli bir girişim. Ama fuar özelinde değil de genel olarak baktığımda benim bu 50 yıllık edebiyat hayatım sırasında bir yığın çok değerli insan kaybolup gitmiş. Hayatım boyunca bu isimleri, bu emekleri elimden geldiğince anımsatmaya çalıştım. Son yıllarda daha fazla bu çabam. Hep o insanları anımsıyorum. Yaşamıyorlar ama eserleri de yaşamıyor, eserleri de sanki onlarla ölüp gitmiş. Hiç değilse eserlerinin yaşaması gerektiğine inanıyorum.
‘Elimde Viyoletler’ ve ‘Kumkuma’, fuar döneminde aynı anda çıktı. Denk mi geldi?
Denk gelmedi. İkisi de uzun yıllar elimde dosya halinde kalmış, bir türlü bitmemiş kitaplardı. Ayrı ayrı basılacaklardı ama fuarın kararının ardından ikisini bir arada yayımlamak istedik. Aslında biraz da basını yormamak için aldık bu kararı! Bir yandan da fuarın varlığı kitapların okurla buluşması açısından fırsat olur diye düşündük.
İki kitabın pek çok ortak noktası var: Nostalji, hüzün, geçmişte yolculuk...
İronisi de ortak. Ferdi meseleleri ortak ama biri muvaffak olmuş bir insan, öbürü ise Reşat Nuri’nin deyimiyle bütün yaşamını bir vehme kurban etmiş bir adam.
Birinin başarılı, diğerinin başarısız olması ve ikisinin hikâyesinin aynı anda okurla buluşması da ironinin bir parçası mı?
Düşünmedim bunu, denk geldi. Bir kahraman öldüğünü bile kabul etmezken diğeri yaşarken ölüyor. 10 yıldan fazla ‘Elimde Viyoletler’ için çalıştım. Başladım, kaldı, bir türlü olmadı. O bittikten sonra hiçbir hesabım olmadan belki buna da bir şey olur diye Abdülhak Hamid Bey’i anlattığım ‘Kumkuma’ya döndüm. Ama o beklemediğim bir hızla yazıldı. Belki benzerlikler birinin bitip diğerinin başlamasından geliyordur.
‘Elimde Viyoletler’de bir insanın mutluluğu, hüznü, hevesi, cesareti, cesaretinin kırılması, kısacası insan olmanın tüm durumları var. Bilinçli bir kurgu mu?
Bilinçliydi. Ama sonrasında kendi kendini götürdü. Baştan itibaren şizofrenik, hatta paranoid bir dünyayı anlatmak istedim. Herkes Abdülhak Hamid Bey’de kendimden yola çıktığımı sanıyor ama aslında bu kitapta kendimden yola çıktım. Benim de öyle iniş çıkışları çok bir hayatım var. Yaşlandıkça daha da arttı bu iniş çıkışlar. Bu yaşanmışlıkların getirdiği imkânlarla, onların verileriyle oluştu kitap.
Peki bir yandan da bir hesaplaşma mı hem dünyayla hem edebiyatla hem de insanın kendisiyle?
Dünyayla bir hesaplaşma, öyle düşünüyorum. ‘Elimde Viyoletler’in kahramanında kendimden çok şey var. Ben bu konuda nankörlük edip onunki gibi zor bir hayatım oldu diyemem. Çok ayıp olur. Hatta belki de fazla şişirilmiş de bir yazarlık hayatım var. Gençliğimden itibaren ideallerimin alıp götürdüğü yere gelebildim. Ama hep hak ettiği halde istediği yere gelmemiş olanların ıstırabını çektim.
‘Elimde Viyoletler’, mektuplarla hayatının hüznünü ve başarısızlığı anlatan birinin hikâyesi, ‘Kumkuma’ ise tam tersi. Onda da var mı sizden izler?
O da demek ruhumun hastalıklı tarafı. Kendi değerimin ne kadar yüksek olduğunu, ne kadar bilgili ve yüksek bir yazar olduğumu, baş edilemeyeceğimi göstermek için belki de bu numaralara giriştim. İnsan iki ruhludur ne de olsa.
Dr. Jekyll ile Mr. Hyde gibi yani... Bir insanın hele de bir yazarın kendini bu kadar samimice eleştirmesi, kendiyle dalga geçebilmesi büyük bir erdem...
Tam da Dr. Jekyll ile Mr. Hyde ama hangisi Mr. Hyde? Elbette yaşın çok etkisi var bunu yapabilmekte. Yaşın yanı sıra doymuş olmanın getirdiği bir özellik. 50 yıl sadece edebiyatla ayakta kalmak basit bir şey değil, hele de bu ülkede. Edebiyatın yok edildiği bir ülkede. Ama gençliğimde yapamazdım. Gençken böyle değildim. Müthiş hırsları olan, başkalarının değerlerini neredeyse yok etmeye çalışan biriydim.
Haksızlık etmeyin kendinize. Füruzan “Ses Tiyatrosu’nda bir temsil vardı, oraya gitmiştim. Selim İleri de oradaydı. Biz aile olarak locada oturuyorduk ve gelip ‘Parasız Yatılı’ için ‘Füruzan, o ne kadar güzel bir öykü’ demişti. Yazarlar arasındaki bu gönül dolu karşılaşmaları çok seviyorum” diyor. ‘Parasız Yatılı’ yanılmıyorsam 1971’de yayımlandı.
Yıllardır anımsar, sağ olsun. Hatırlıyorum elbette bu olayı. Belki de kendime biraz haksızlık ettiğim oluyor. Gerçi iyi ki de ediyorum. Kimsenin kendisine haksızlık etmediği bir ortamda yaşadığımız için gerekiyor bazen. Belki de iyi bir okur olduğum ve hevesimi saklayamadığım içindir.
‘Kumkuma’nın kahramanı, Abdülhak Hamid Bey. Öldüğünü bile kabul etmeyen bir kahraman. Nasıl çıktı bu fikir?
2000’lerin başında Maçka Palas otel olacak diye bir lakırdı çıkmıştı. Bütün gençlik yıllarım boyunca Maçka’ya çok gidip gelirdim. Hep de Maçka Palas’ta Abdülhak Hamid Bey’in oturduğu katın altındaki o tabelaya takılırdı gözüm. O yer etmiş herhalde kafamda. Otel olursa o tabela da gidecek, o hatıra da kalmayacaktı. Ama ya bu adam ölmemişse diye düşündüm. Bu fikirden hareketle çıktı kitap ortaya. Aslında ‘Kumkuma’nın da sonu acı bitiyor. Tüm o erişilmez yazar olduğu sanısı sonunda yıkılıp gidiyor. Nihayetinde kendisinden geriye bir şarkının güftesi kalıyor.
Yine hüzün...
Evet, yine hüzün ve çok memnun kaldım. Ömrümün hiçbir döneminde mutlu sonla biten bir şey yazmadım. Film seyrederken, hafif romanlar okurken hep mutlu bitsin isterim. Hatta bitsin diye çırpınırım. Ama kendime gelince hep hüzün. Belki daha etkili olur kanısını taşıyorum. Daha sanatkârane olacak diye düşünüyorum, bilmiyorum.
Konuşmanın başında söz ettiğimiz söyleşide “Genç okurlarımın olması beni çok mutlu kılıyor. Bir dönem genç okurum hiç yoktu çünkü. İmza günlerine veya söyleşilere gittiğimde benim yaşımda veya benden biraz daha büyük insanları görüyordum” diyorsunuz. Bu iki kitap, dildeki handikabı da göz önüne alırsak, genç okurla buluşabilecek mi?
Buluşacağına inanıyorum. Dil açısından baktığımızda özellikle eski bir dile vurgusunu kasıtlı olarak yaptım elbette. Zaten o devir için başka bir dil kullanmama imkân yok. Örneğin kitabın adında züppelik olsun diye viyolet kullanmadım. Ele aldığım insanın günlük dilinde -ki 1940’lardan bahsediyoruz- sınıfsal olarak menekşe yok. Elbette biraz da alay etmek için. Çünkü o dönemde Türkçeye karşı bir ihanet de vardı. Dil olarak başka handikapları da var kitapların. Yeni nesil için pek çok sözcük tedavülden kalkmış. Ama yine beni okuyan birtakım insanların çok seveceklerini umuyorum. Öte yandan şunu da söylemem gerekir ki, benim kuşağım ve ben, benden önceki kuşaktan çok yardım gördük. Hakkımızda yazdılar, çizdiler. Ama benim kuşağımdan -hele de bir dönem- hiç tepki gelmedi kitaplara. Hele bazı kitaplar için tek bir satır yazılmadı. Ama 2000’lerde gelen kuşak yeniden ilgilenmeye başladı. Bu ilgi beni çok çok mutlu etti.
Son olarak ‘Sona Ermek’teki karakterle ‘Elimde Viyoletler’in kahramanının bir akrabalığı var mı?
Aynı insan canım! Tersinden bir kurgu yaptım. Kendi yazarlığıma 50 yıl sonra dönüp baktığımda çoğu kez kendimden esinlendiğimi görüyorum. Edebiyat hocam “Bu bir hatadır” derdi ama ben öyle düşünmüyorum. Dünya edebiyatına baktığınız vakit -hele 20. yüzyılın sonunda yazılan romanlarda- birçok yazar kendini anlatmış. 19. yüzyıl edebiyatı özellikle roman açısından o kadar muazzam bir mimari ki, 20. yüzyıl onu aşamıyor. O zaman daha kişisel olana yöneliyorlar. Benim de özellikle son yıllarda yazdıklarımın hepsi çok kişisel olan şeyler.
ELİMDE VİYOLETLER BEKLENEN SEVGİLİ
Selim İleri
Everest Yayınları, 2018
230 sayfa, 20 TL.
Kumkuma
Selim İleri
Everest Yayınları, 2018
167 sayfa, 18 TL.