Güncelleme Tarihi:
Heykeltıraş Yaşam Şaşmazer’in Zilberman temsilinde İstanbul’da açtığı ilk kişisel sergisi, hem zamanı hem de bedenleri döngüsel bir bakış açısıyla ele alıyor. Tohumların, bedenlerin ve amorf formların durmadan birbirine dönüştüğü sergi, ara formlara göndermelerinden hareketle olsa gerek, “ya da” başlığını taşıyor. İzleyicinin bedeninin hem fiziksel olarak hem çevrimiçi sergi formatında sergi alanına eklemlenebildiği sergiyi Şaşmazer’den dinledik...
Sanata meraklı birine yeni serginizin önemini nasıl anlatırdınız? Bir sanatsever, bu sergiyi neden görmeli?
Bu sergi her şeyden evvel insana, onu saran ve etkileşimde olduğu dünyayla ilişkisine bakıyor. Bir çevresel yıkım ve iklim felaketi çağında yaşarken, ekolojik aciliyetlerimiz ve önceliklerimizin ne olduğu sorusunu aklımda tutarak dünya ile kurduğumuz ilişkiyi nasıl değiştirebileceğimizi, bu dönüşüme kendimizden başlayarak nasıl yaklaşabileceğimizi düşünerek yola çıktım. Serginin değil ama bu soruların öneminden bahsetmek daha doğru sanırım: Özellikle de bir pandeminin içinden geçerken insan türü olarak kendimizi konumlandırdığımız yer ve insan merkezciliğimiz; yeryüzüyle, insan olmayan canlılarla ilişkimiz ve önceliklerimiz hakkında düşünmek.
İnsanın doğayla ilişkisi üzerine, özellikle son dönemde çok söz söylenebilir, söyleniyor da. ‘İnsanın doğayla netameli ilişkisi’ni sizden duymak isteriz, nasıl bir ilişki bu?
Doğayı algılayışımız, ona bakışımız ve ilişkimiz insanlık tarihi boyunca çok fazla dönüşüme uğramış. Bu ilişkinin maalesef çok sağlıklı bir ilişki olduğu da söylenemez; insanın algısında hem romantize hem de demonize edilen birçok farklı ‘doğa’ var. Bir de doğayı fethedilip ehlileştirilecek bir ilkel güç olarak gören ve her şeyin merkezine kendini koyan ‘insan’. Kendimizi hayali bir tahtın üzerine yerleştiriyor ve her şeyin merkezine koyuyoruz; halbuki binalar inşa etmemiz, görece gelişkin bir dil kullanabilmemiz ya da kültür yaratabilmemiz bizi daha iyi, daha yüce ya da gezegenin hâkimi yapmıyor. Bu son sergimde bakmaya çalıştığım yer de bu sahiplik ve tahakküme dayalı ilişkimizdi. İnsanın doğayı işgal, istila ve kolonize etme çabasının yıkıcılığı ve bu yıkımın sonuçlarını takip ederek ortak bir yaşam imkânının izini aradım.
Bu sergide bildiğiniz sulardan uzaklaşıp, ahşap haricinde yeni bir malzemenin, hatta malzemelerin sınırlarını araştırıyorsunuz. Organik ve organik olmayan malzemeleri harmanlamanın bir sebebi var mı?
Bir süredir ahşap dışında bir malzeme kullanmayı istiyordum, kâğıt da bir süredir aklımdaydı, hem ahşaptan elde edilen organik bir malzeme olduğu hem de bu sergi özelinde daha uçucu, geçirgen ve hafif bir malzeme aradığım için. Kâğıdın bu kırılganlığı işlerin açmaya çalıştığı dönüşüm, geçicilik, ölümlülük gibi kavramlara uygun düştü. Mantar, yosun, liken gibi doğadan topladığım diğer organik malzemeleriyse bu seriden önceki heykellerimde kullanmıştım. Bu sergideki işlerde de kâğıtla buluştular ve heykellerle aktarmaya çalıştığım ‘bir aradalık’ ve doğayla hemhal olma fikriyle birlikte çeşitlendiler, çoğaldılar.
Suluboya eserlerinize gelelim... Bu figürlerde de aslında amorf insan bedenleri görüyoruz, ama seri ‘Tohum’ adını taşıyor. Karşımızda duran neyin tohumları?
Serginin zamanla ilgili bir derdi var. Bu zamansallığı ilerleyen bir çizgi gibi değil, döngüsel olarak düşünüp ele aldım. Bu yüzden sergiye suluboyalarla başlıyoruz ve dönüşümün ilk (ya da son) aşaması olan tohumvari desenleri görüyoruz. İçeri girince bedenlerle karşılaşıyoruz. Bu bedenler zamanla, doğanın tesirleriyle dönüşen, kıvrılan, içine kapanan ve bir top gibi yuvarlaklaşıp birer cenine veya tohuma dönüşüyorlar; bu sırada serginin içinde suluboyalarla karşılaşmaya devam ediyoruz. Sergi neredeyse bir daire çiziyor ya da içeri, kendi içine doğru kıvrılıyor; bu da bize yaşam-ölüm-yeniden doğum gibi okunabilecek bir döngüselliği işaret ediyor.
Sergide yer alan heykel ve formların Pompeii şehrindeki insan bedeni kalıntılarına benzeyişinin hikâyesini de çok merak ediyorum. Neden tarihin bu sahnesine bakmayı tercih ettiniz?
Vezüv Yanardağı’nın patlaması sonucu 1. yüzyılda küle dönen antik Pompeii şehri insan ve yoldaş türlerinin doğal bir felaket sonucunda yok oluşlarını görebileceğimiz en önemli antik kalıntılardan biri. Doğanın güçleri ve ‘medeniyet’in bir tür karşı karşıya geldiği bir durum olarak okuyabiliriz Pompeii sahnesini ve ondan geriye kalanları. Ne kadar direkt bir bağlantı kurmasam da içinde olduğumuz dönemle bir tür paralellik taşıdığını düşündüm. Bir heykeltıraş olarak da çok ilgi çekici buluyorum bu beden kalıntılarını çünkü şehir, yaklaşık 17 asır sonra arkeologlar tarafından bulunduğunda da, lavdan bir kabuk tarafından muhafaza edilmiş ve yok olmuş olan bedenler, içlerine alçı dökülerek ortaya çıkarılıyor. Dolayısıyla bugün gördüğümüz bedenlerde aslında yokluğun varlığını görüyoruz. Bütün bu sebeplerle bu sergiyi çalışırken dönüp tekrar tekrar baktım Pompeii’ye.
Pandeminin sanatsal üretime etkilerini konuşmaktan da, sormaktan da, cevaplamaktan da bıktık, biliyorum... Ama yine de sormak istiyorum: Özellikle malzemeye dair yeni arayışlarınızın sonuçlarını gördüğümüz bu sergide, alışılagelmişin dışına çıkmanızda pandeminin etkisi oldu mu?
Kendi alışılagelmişimin dışına çıkmaya çalışma isteği bir süredir zaten vardı, özellikle malzeme anlamında. Pandeminin içinde üretmeye ve düşünmeye devam etmek ise bu süreci hızlandırdı elbette. Neticede pandemi süresinde birçok zemin ve alışılageldik alışkanlığımız sarsıldı, bildiğimiz dünyalar tepetaklak oldu. Hatta bendeki hissi ‘dünya üzerime kapandı’ gibiydi; dolayısıyla bu serginin hem kişisel anlamda hem de üretimlerimde bütün bu süreçlerin sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
Yaşam Şaşmazer’in ‘ya da’ başlıklı sergisi 30 Haziran’a kadar Galeri Zilberman’da görülebilir.
Sergiyi 3D olarak izlemek için tıklayın: https://www.zilbermangallery.com/