Güncelleme Tarihi:
Cemal Süreya, “Şair arkadaş;/ Bir derdin mi var./ Bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden./ Ankara’ya gelmelisin” der bir şiirinde. Zeynep Göğüş de yeni kitabı ‘Çok Yalan Söyledik’te Ankara’da hem fiziksel hem de ruhsal bir yolculuğa çıkarıyor okuru. Usta yazar Selim İleri, her romanın biraz otobiyografik olduğunu söyler. Göğüş’ün de romanın kahramanı gibi İstanbul’da doğup Ankara’ya göç ettiğini düşünürsek belki yazar için de bir ‘iç yolculuk’ diyebiliriz kitap için. Öte yandan Göğüş ile önceki kitabı ‘Yok Çünkü Telafisi’yle ilgili konuştuğumuzda, “Herkesin gizli yaraları var, ailelerin de toplumların da devletlerin de. Herkesin zihninde travmalarını gömdüğü bir bellek deposu var, kimileri buna karakutu demeyi tercih ediyor” demişti. Ve bu depoları boşaltırken ne kadar ‘tahrifat’ yapıldığını sorguladığını anlatmıştı.
Bu kitapta da yine ‘tahrifat’ meselesi var ama madalyonunun çok da bakmadığımız bir yanından. Kitap üç kız arkadaşın ilişkileri üzerine kurulu. Ankara’da büyüyen, Türkiye’nin yaşadığı darbelerle çok fazla yara alan, hayatın farklı yönlere savurduğu ama birbirini sevmekten hiç vazgeçmemiş üç kadın arkadaş üzerine bir hikâye anlatıyor Göğüş. Kitabın fonunu Türkiye’nin siyasi tarihinin insanların kaderini nasıl değiştirdiği, yollarını nasıl tıkadığı, bu tıkanıklığın aslında ülkeyi de farklı bir yöne savurduğu oluşturuyor. Mekân Ankara olunca bu fon çok daha güçlü hissediliyor.
Kitabın ana kahramanı Işıl’ın Ankara’ya dönme amacı bu şehirle ilgili bir belgesel çekmek. Dolayısıyla roman boyunca Ankara’nın simgesi olmuş mekânları ve onların taşıdığı ruhları dolaşarak aslında Işıl’ın belgeselini de seyretmiş oluyoruz. Belgeselin en vurucu kısmı şimdi müze olan Ulucanlar Cezaevi. Orada yaşananlar, hayatı orada kesişenler, geleceği orada kararanlar, oradan hiç çıkamayanlar... Türkiye’nin karanlık günlerinin şahidi cezaevi hem kitabın hem de belgeselin kilit noktalarından biri. Roman boyunca fonda geçmişin siyasi hesaplaşması yapılırken üç kadının bugününe şahit oluyoruz.
ARAYA GİREN SIRLAR
Göğüş, üç kadın üzerinden arkadaşlığı tartışıyor kitabında. Arkadaşlar birbirinin yarasına ne kadar merhem olur? Araya yıllar girse bile bir gülümseme coşturur mu özlemle dolu yürekleri? Arkadaşının yüzüne gölge düşmemesi için ne kadar ileri gidersin? Onu üzmemek için kandırmayı göze alır mısın? Zor sorular elbette bunlar. Sanki kitap boyunca Melike Demirağ’ın sesinden “Ortak olmak her sevince, her derde, kedere. Ve yürümek ömür boyu, beraberce, el ele. Olmasın hiç o ta içten gülen gözlerde yaş. Yollarımız ayrılsa bile seninle arkadaş” sözlerini dinliyorsunuz.
Kadın kadının yurdu olursa değişir dünya bilincine ulaştığımız günümüzde Göğüş’ün anlattığı sertliği kendinden menkul romantik bir dostluk hikâyesi. İnsanın kendi seçtiği kız kardeşleri çok değerlidir hele de biyolojik kardeşleri yoksa. Yol arkadaşlarıdır onlar. En gizli sırlarını, en olmayacak hayallerini paylaşırsın. Hem dert hem suç ortağındır kendi seçtiğin kız kardeşlerin. Sorgusuzca yanındadır; eleştirir ama yadırgamaz, kızar ama küsmez, kırılır ama gitmez... Ama gün gelip de kader aranıza sırlar yerleştirirse. Birinizin mutluğu diğerinin mutsuzluğuna yol açacaksa ne yaparsanız? Ancak yalan söylemek kurtarıyorsa durumu doğru olmayı mı yoksa vicdanlı olmayı mı seçerseniz? İşte bizim bu üç kadın hayatlarının ikinci baharında bu zor sorularla karşı karşıya kalıyorlar.
Fonda Ankara rüzgârının fısıldadığı özgürlük yalanları sertçe eserken üç kadının kimi zaman masum kimi zaman bilinçsizce söylenen yalanlarla başka yönlere evrilmiş hayatları bakalım size neler hatırlatacak?