Güncelleme Tarihi:
Douglas Stuart, 1975 yılında Glasgow’da doğdu. Babası gençken evi terk ettiğinde alkol bağımlısı annesi tarafından büyütüldü. 16 yaşındayken annesini kaybetti ve bir süre abisiyle yaşadı. Onca yoksulluğa rağmen mücadele azmi vardı Stuart’ta. Üniversiteyi bitirdi, Londra’da Kraliyet Sanat Koleji’nde yüksek lisansını yaptı. 24 yaşında New York’a taşındı. 20 yılı aşkın süredir moda dünyasının en ünlü markaları için çalıştı. Bir yandan da romanını yazıyordu. 10 sene üstünde çalıştığı ‘Shuggie Bain’i büyük zorluklarla yayımlattı ama roman tahminlerin üzerinde ilgi gördü. Başta Booker olmak üzere başka birçok ödül kazandı ve ‘yılın kitabı’ listelerinde yer aldı.
AGNES’İN HİKÂYESİ
Hayat hikâyesini kısa tuttum. Zira ‘Shuggie Bain’i okuduğunuzda Douglas Stuart’ın hayatının ilk 16 yılı hakkında yeterince bilgi sahibi olacaksınız. Stuart, romanı yazarken kendi hayatından esinlendiğini gizlemiyor: “Sighthill, Glasgow’da büyüdüm. Çocukluğum boyunca bağımlılıkla mücadele eden bekâr bir annenin eşcinsel oğluydum. Bu kitap bu şehre yazılmış bir aşk hikâyesidir.”
Hikâye 1992 yılında, Glasgow’un güney yakasında, 16 yaşına yeni basmış Shuggie’nin gündelik hayatından bir kesit vererek başlıyor. O, bir süpermarketin şarküteri tezgâhında çalışan, bakımsız bir pansiyonda yalnız başına yaşayan, rutin işinden sıkılmış, normal olmaya çalışan ama bocalayan bir genç. Yine de yola devam azmine sahip; kuaförlük akademisine yazılmayı hayal ediyor.
Shuggie’nin kim olduğunu, neden tek başına yaşadığını ikinci bölümde, anlatı 1981 yılına döndüğünde öğreneceğiz. Şimdi, Thatcher dönemi ekonomi politikalarının endüstriyi ve çalışan insanları yok ettiği, kitlesel işssizlik ile beraber alkol ve uyuşturucu bağımlılığının yükseldiği zamanların Glasgow’undayız. Shuggie henüz 5 yaşında. Annesi Agnes, babası Shug, annesinin önceki evliliğinden olma iki kardeşi (abisi Leek, ablası Catherine) ile birlikte mecburiyetten sığındıkları büyükbabalarının evinde mutsuz bir hayat sürdürüyorlar. Ve işte bu noktada anlatının merkezine Agnes yerleşiyor. 40’ına yaklaşmış, ama hâlâ Elizabeth Taylor’la kıyaslanan güzelliğini yitirmemiş bir kadın. Ne yazık ki mutsuz, kocası tarafından aleni biçimde aldatılıyor, arada bir şiddete maruz kalıyor ve hayallerini gerçekleştirememenin yarattığı düş kırıklığını alkolde boğmaya çalışıyor. Buna karşılık çocuklarına son derece düşkün, koruyucu bir anne.
Aslına bakarsanız ‘Shuggie Bain’, Shuggie’den ziyade sanki Agnes Bain’in hikâyesini anlatmak için yazılmış. Shuggie’nin romandaki vazifesi ailesinin parçalanmasının, annesinin düşüşünün gözlemcisi olmak, sürecin bir çocukta yarattığı duygusal travmaları aktarmak. Agnes ise kişiliğinin barındırdığı -şirret ve sevimli, güçsüz ve dirençli, intihara meyilli ve yaşam coşkusuyla dolu- zıtlıklarla birlikte tasvir edilmiş. Agnes’in alkolle, alkole bağlı olarak uğradığı değer kaybıyla mücadelesi saygı ve hayranlık uyandırıcı. Douglas Stuart’ın romana asıl kahramanın adını vermemesi, geleceğe dair bir umudu işaret etmek istemesinden olmalı. Zira bu romanda, her şeye rağmen hayata umutla bakan tek karakter Shuggie.
Hikâye boğucu Glasgow manzaraları eşliğinde ilerlerken Agnes ve Shug arasındaki gerilim giderek tırmanır. Bencil ve duyarsız bir erkek, sorumsuz bir baba olan Shug, Agnes ve çocukları daha iyi bir hayat vaadiyle, artık işlevini yitirmiş bir madenci kasabasının sosyal konutlarına terk edip gittiğinde asıl felaket başlayacaktır.
“GLASGOW, YAŞAM AMACINI YİTİRİYORDU”
Douglas Stuart, Booker ödülünü kazanan ikinci İskoç yazar. Ödüle değer görülen ilk İskoçyalı, 1994’te ‘How Late It Was, How Late’ adlı romanın yazarı James Keller’di ve roman İskoç diline, İskoç yeraltı kültürüne yer verdiği için şiddetli eleştirilere maruz kalmıştı. Oysa Douglas Stuart’ın -kendi ifadesiyle- ‘hayatını değiştiren’ tam da bu dilsel seçim olmuştu; “Halkımı, lehçemi ilk kez sayfada gördüm ve zihnime yerleştirdim”. Şunları da ekliyor Stuart: “Büyürken, benim ailem gibilerini tasvir eden kitapları nadiren bulabildim ve bu beni her zaman çok yalnız hissettirdi. (...) En büyük pişmanlıklarımdan biri, o kadar fakir büyürken bile sanki orta sınıftan birisiymişim gibi davranmam ve konuşmamdı. Şimdi işçi sınıfının hikâyesini anlatmak için geri dönüyorum.”
Gerçekten de ‘Shuggie Bain’, İskoç işçi sınıfının yaşamının, İskoç lehçesine ağırlık verilerek yapılmış sarsıcı bir tasviri. Ancak kasvetli bir tasvir. Thatcherizmin, yani neoliberal ekonomi politiğin Glasgow toplumu üzerindeki etkisine dair etkileyici bir politik roman okuyoruz. Bir iş bulabilmek için bekleme odalarında çürüyen, düştükleri yoksulluktan utanan, bencilleşen, dayanışma duygusunu yitiren, farklı olana şüphe ve düşmanlıkla bakar hale gelen insanların hikâyesi. Shuggie ve abisi Leek dışındakilerin hemen hepsi sertleşmiş, duyguları kabuk bağlamış kişiler. Kadınlara, çocuklara da sirayet eden sıradanlaşmış bir kötülük hali bu. Özellikle Shuggie’nin okulda ve mahallede kadınsı olduğu için uğradığı zorbalık, Agnes’in güzelliğine ve kentli tavırlarına yönelik haset yürek kırıcı. Buradaki kırıklığı anne ve Shuggie, Shuggie ve kardeşleri arasındaki sevgi bağı biraz olsun onarabiliyor ama dış dünya tehditkâr, acımasız, cehennemi bir yer olmayı sürdürüyor.
Ama yine bu şehre duyulan aşkla yazılmış ‘Shuggie Bain’. Gerçekten de kentin her yanıyla, izbe ve karanlık köşelerinden alkol ve yağ kokusu sızan pub’larına kadar ve kendi lehçeleriyle, argolarıyla konuşan insanlarıyla birlikte otantik ve dokunaklı bir portresini çizmiş Stuart. Şehrin düştüğü bu hali, dönüşüm denilen vahşi süreçle birlikte çok iyi ortaya koymuş:
“Şehir giderek değişiyordu, insanların yüzünde görebiliyordu bunu. Glasgow yaşam amacını yitiriyordu, (...) Thatcher’ın artık namuslu işçi istemediği söyleniyordu; ona göre gelecek teknolojideydi, nükleer enerjideydi, özelleştirilmiş sağlıktaydı. (...) Toplu konutlar dolusu genç erkeğin geleceği ellerinden alınmıştı. Erkekler erkekliklerini kaybediyordu.”
İşsizliğin hadım ettiği bu erkekler silikleşirken kadınlar çıkıyor öne. Romanın yakaladığı önemli noktalardan biri tam da bu; kitlesel işsizliğin bir sonucu olarak ortaya çıkan ince cinsiyet değişimini ortaya koyması, erkeklerin ve kadınların krize karşı verdikleri tepkilerdeki farklılık. Kadınlar ipleri eline alırken erkekler edilginleşiyor. Artık yegâne iktidar alanları her yanı dökülen evlilikleri.
‘Shuggie Bain’in en dramatik sahnesi, ailenin yeni bir hayata başlamak amacıyla göç ettikleri madenci kasabasına giderken yaşadıkları travma; umudun yükselişi ve çöküşü... Douglas Stuart, belli ki bizzat deneyimlediği duyguları taşımış romanına. 500 sayfayı aşan kitapta benzer iniş çıkışlar, kasvetli sahneler var. Ama tuhaf bir şekilde iç karartıcı bir roman değil. Öncelikle anne-oğul arasındaki sevgiyle ısıtıyor hikâyesini, ardından en itici, kaba, kötücül karakterleri bile korkunç olarak resmetmiyor. Onun yaptığı “altındaki yumuşaklığı ve güzelliği bulmak için insanlığın çirkin tarafını göstermek”.
‘Shuggie Bain’ şaşırtıcı ölçüde olgun, etkileyici ve meselesi olan bir ilk roman.