Güncelleme Tarihi:
‘Vesîletü’n-Necât’, yani ‘Mevlid’e duyulan ilginin iki türden olduğu kanısındayım; şairlerin ve din bilginlerinin duyduğu ilgi ve halkın duyduğu ilgi. Bu iki tür ilgi, aynı türden değildir. İlkine ‘entelektüel’, ikincisine de ‘popüler’ diyebiliriz. Her ikisinin ayırıcı özelliği, ilkinin okumaya, diğerinin ise dinlemeye dayalı olmasında ortaya çıkmaktadır.
Okumak ile dinlemek, farklı türden etkinliktir. Okumak, bir göz etkinliğidir; dışsal olanda meydana gelenden vücut bulur. Dışsal olan, kayda değer olanın görülmesini engelleyen karşıtlıkları içerebilir. Dinlemek, bir kulak ve işitme etkinliğidir; içseldir. Ses, içselin açığa vurumudur; kulak, içselin duyumsandığı araçtır (Sören Kierkegaard, ‘Ya/ Ya Da’). Yani ses, içselin, iç dünyanın dolaysız taşıyıcısıdır.
Dinlediğimiz ‘Mevlid’ ile okuduğumuz ‘Mevlid’ aynı değildir. Dolayısıyla Mevlid’in dinlendiği denli okunduğu kanısında değilim. ‘Mevlid’, teolojik bir yapıttır. İslam ulemasını bu denli gölgede bırakmış bir başka Osmanlı şairinden söz etmek sanırım mümkün değil. Mevlid’in, felsefi bir analizle okunmamış olması, bir talihsizliktir. Belki de bu nedenle, Mevlid’in dayandığı teolojik tezler, bir kültür idesine dönüşmemiş, eski dünyaya ait bir ‘düşünsel Pandora kutusu’ olarak durmaktadır.
“‘Âdem’in yaratılışı ve Muhammet’in nurunun intikali” bölümünü hesaba kattığımızda, Süleyman Çelebi’nin tarih bilincinin, Yahudi kroniğine dayandığı anlaşılıyor. Çelebi’nin, Habil ile Kabil’e değinmemesi manidardır. Bir başka ayrıntı şurada: Çelebi’nin, Mustafa’nın doğumuyla helak olan dinlerden, Hıristiyanlık ile Putperestliğin mahvına birer beyit ayırırken, Zerdüştlüğün mahvının betimlenmesine dört beyit ayırmakta. Çelebi döneminde bile Zerdüştlüğün en önemli bir düşman din olarak görülmesi dikkat çekicidir. Ama buna rağmen peygamberi, Zerdüştlüğün terimleriyle betimlemesi ilginçtir: “Evvela ol kim mübârek cisminün/ Gölgesi düşmezdi yere resminün// Nûr idi başdan ayağa gövdesi/ Bu ayândır nûrun olmaz gölgesi// Gölge zulmetten düşer hod her yere/ Nûrdan gölgeyi göz kanda göre.” Işık-karanlık öğretisi, Zerdüştlüğün Ahura Mazda-Ehrimen düalizmine aittir. Bu dizelerin bugün bile etkileyici olması, buradan gelir.
Şu iki beyit de çok ilginçtir: “Hem mübârek başı üzre her zemân/ Bir pâre bulut olurdı sâyeban// Her yere varsa bile varurdı ol/ Başı üzre her zemân tururdu ol”. Süleyman Çelebi, burada, Muhammet’i değil, İsa’yı betimliyor gibidir. Hıristiyan ikonografisinde İsa, başının üstündeki haleyle betimlenir. Hale, yani nimbus, Latince bulut demektir. Çelebi’nin kurmacasındaki bir başka teolojik sorunsal nur-i Muhammedi teorisinde ortaya çıkıyor. Bu teoriye göre, yaratılışın başında Hz. Muhammet vardır; Tanrı ilk onu yaratmıştır. Dolayısıyla “Bunca varlığa vesile hem oymuş/ Âlem o olduğu için yaratılmış”. Âdem yaratılınca, “Mustafa’nın nurunu alnına koydu/ Bil Habib’imin nurudur bu nur dedi// O nur onun alnına yerleşti.” Buraya kadar sorun yok. “O nur bütün nesil ve neseplerden/ Tecelli ede ede geçti alınlardan// İşte böyle zincirleme art arda/ İntikal edinceye kadar Mustafa’ya// Böylece geldi ve kavuştu o nur aslına/ Ulaşınca o Muhammed’in alnına (...) Ondan başka kimseye intikal etmedi/ Yerini bulunca artık bir daha gitmedi.”
Teolojik sorun dediğim, bu son beyitte ortaya çıkıyor. Âdem’den Muhammet’e kadar bütün insanlar, Muhammet’in, Âdem’den önce yaratılmış nurundan pay alır ama Muhammed’in ölümünden sonraki insanlık, İslam ümmeti dahil olmak üzere bu nurdan/ışıktan mahrum durumdadır. Yukarıda, Çelebi’nin ışık-karanlık (zulmet) öğretisine başvurduğuna değindim. Diyebiliriz ki Çelebi’ye göre, insanlık, Muhammet’in ölümüyle, nurdan yoksun kalır, karanlığa düşer. Daha önemlisi, Muhammet sonrasında yaşayan insanlar, bu karanlığa doğuştan sahiptirler. Bu durumda ‘Mevlid’, karanlıkta/zulmet içinde kalan insanoğlunun (İslamoğlunun) ışığa/nura (Muhammet’e) bir yakarısıdır. Diyebiliriz.