Güncelleme Tarihi:
“Annem benim yaramken, ben onun yarım kalan ömrüyüm” diyor romanda Ada. Yarım kalan yarayla mı tamamlanıyor hayatlarımız?
Yaralarımız, bizi biz yapan yaşadıklarımız anlamına geliyor benim için. Yaralarımızla büyüyor, değişiyor, gelişiyoruz. Yaralarımızla seviyor ve seviliyoruz. Yaralamızla üzülüyoruz ve üzüyoruz. Yaralarımızla barışmazsak, yaralarımızla kendimizi sevmezsek hayatımız yarım yaşanmış oluyor. Hayatta borcumuz ya da minnetimiz varsa, onları, yaralarımızla mutlu olmayı başarabilirsek ödemiş oluyoruz. Ada, yaralarıyla hesaplaşmasını en acımasız şekilde yapmak zorunda kalıyor. Keşke hiçbirimiz ölümle sınanmadan geçmişimizle yüzleşsek ve yeni sayfayı sağlıklıyken açabilsek…
Doğumdan hemen sonra mı hayata tutunmayı öğreniyor insan? Yediği ilk tokatla mı hayatı tanımaya başlıyor? Varlığımızın ve doğal olarak aşkın ilk adımı orada mı başlıyor?
İnsan, doğadaki en çaresiz şekilde doğan varlık. İnsan yavrusu dünyaya geldiği anda hiçbir şeyi kendi başına yapamıyor. Örneğin, fil yavrusu doğduğunda hemen ayağa kalkabiliyor. İnsan yavrusu hayatta kalabilmek için bakıma ihtiyaç duyuyor. Ağlayarak açlığını duyuruyor. Hayata tutunmak, hayata güven duymakla başlar sanırım. İnsan yavrusu ağladığında karnı doyarsa, fiziki ihtiyaçları karşılanırsa yaşamını sürürebilir. Ama bu güveni oluşturmaz. Sevgiyi hissetmeye başladığında, nefes aldığı yere güven duymaya başlar. Anne – bebek ilişkisinin de temeli burada başlıyor işte. Orada yediği bir tokat olursa işte o zaman zor bir hayat onu bekliyor demektir. Bu da bir tür aşk tabii…
Eksik kalmış hayaller ve heveslerle büyüyor sizin yazdıklarınızda acı. Romanınızda da dediğiniz gibi her kadın başka kadınların eksiltilmiş hayatlarını mı taşıyor kalbinde?
Hayatta her şeyi tamam bir insan olduğuna inanmıyorum. Hepimizin keşke dediği, yapamadığı, heveslendiği şeyler var. Bunların türlü nedenleri olabilir. Eksiklik ya da yoksunluk kadında da erkekte de vardır. Romanımdaki Ada, babasından kaynaklı eksiklikler yaşıyor. Herkesin hayatı hem roman gibi hem de sıradan. Yeni bir ilişkiye başlarken, ister istemez kendi yoksunluklarımıza, ilişkimizdeki kişinin yaşadığı yoksunluklar da dahil oluyor. Geçmişte yanlış olduğunu düşündüklerimizi yeni ilişkimizde yapmamaya özen gösteriyoruz. O nedenle geçmişimizle geleceğimizde var oluyoruz.
Her giden kalabalığı ve geçmişi de götürüyor peşinde. Efe’den sonra sorular ve yalnızlık kalıyor Ada’ya; babasının hali de kalabalık sayılmaz nihayet. Güçlendiğini sandığı yerden mi yeniliyor insan?
‘Aşka Özür Diletmem’, her roman gibi hayattan beslenen bir roman. İçinde kurgu kadar gerçekler de var. Genel bir şey söylemeli mi, emin değilim. İnsanın bir yerden güçlenmesi gerekiyorsa; zayıf olduğu, yenildiği yerdir zaten orası. Ne kadar güçlenirse güçlensin insan, zayıf olduğu yer kaybolmaz ortadan. Tabii ki oradan yenilgiye uğrayabilir yeniden. Ben, insan zayıf olsa da yenilgiyi kaybetmemesi gerektiğine; yaşama dört elle sarılmayı asla bırakmaması gerektiğine inanıyorum.
Bir görünmezliğe gidiyor Ada; sığınıyor, oraya mecbur hissediyor hayatının akış evrelerinde. Arınmak mı, suçluluk mu, iyileşme edimi mi ondan bize geçen görünmezlik zırhı?
Ada, görünmez olmak zorunda. Çünkü hayatı onu görünmezliğe zorluyor. Özgürce yaşamak için ne kadar zamanı olduğunu bilmiyor. Arınmak, suçluluk duygusu, hesaplaşmak, affedebilmek, âşık olmak, mutluluğu doyasıya yaşamak gibi pek çok şeyi bir arada yaşamak kendi tercihi değil. İnsanlar yaşamla ölüm arasındaki geçişin, aniden ve kendisine sorulmadan yaşandığını bilse de bilmiyormuş gibi davranıyor. Keşke ölümün zamansız ve mekânsızlığının bilincinde sürebilsek yaşamlarımızı.
Hep uzun yol telaşı romanın akışında. Aşkın ve hayatın karmaşık kuşatmasından kaçmak ve arınmak için mi gidiyor roman kahramanlarınız?
Ada hesaplaşmak ve yüzleşmek için çıkıyor yola. Toprak ise yolda denk geliyor hayatının aşkına. Roman biraz yolda, çokça Eskişehir ve İstanbul’da geçiyor. İki âşık sorgusuz sualsiz, dolu dolu yaşıyor aşklarını. Yol önemli bir unsur romanımda. Ama hepsinin vardığı bir yer var. O da aşk oluyor.
Ötekinin mutsuzluk kaynağı biz miyiz? Sibel’in doğruları ve yorgunluğundan Toprak’a ne kalıyor geride? Bir şeyi temize çekiyor mu Toprak; kurtarmaya çalıştığı şeyden kurtulmak istiyor bir anlamda ve karşısına çıkacak olandan habersiz. O duyarsız kişinin kabuğunda bir aşık kişi çıkıyor ve finalde müthiş bir duyguyla sahipleniyor yaşadıklarını. Bu değişimi nasıl yorumlamak istersiniz?
Romanda böyle algılanıyor. Ama hem romanda hem hayatta böyle mi sahiden? Bence bunu kendimize sormalıyız. İlişki tek taraflı değildir. Doğru ve yanlış, ilişkinin tüm tarafları için geçerlidir. Haklılık ve haksızlık da. Esas olan; kırmadan, dökmeden mümkünse onarmak değilse de en az hasarla bitirmek. Toprak duyarsız mı, yorgun mu, tartmak lazım. Âşık olduğunda kendini buluyor. Ömrünü aşkına adamaktan kaçmıyor. Aşkı bulmak zor, layıkıyla yaşamak ise daha zor. Toprak gibi bir âşık belki de pek çok kişinin hayalindeki kişidir.
Neyi özlüyoruz aşkta, neyi arıyoruz? Ada ile Toprak birbirlerinde aradıklarını buluyor, evet. Dürüstlüğü mü arıyoruz o duyguda, kendi olma halimizi mi ya da sizin yanıtınızla neyi çoğaltma çabasıyla uzanıyoruz aşka?
Yargılamadan, hesap yapmadan, çıkarsız, beklentisiz sadece aşka ve âşık olduğu kişiye odaklanmış bir ilişki. Dürüstlük önemli mi, evet. Güven önemli mi, evet. Ama neye ne kadar zamanınız kaldığını bilmeden, büyüsünü bozmadan bir aşkı yaşamayı arıyor olma ihtimali de var bence.
Roman kahramanlarınız birbirini var etme, kendinde ve aşık olduğu kişide var olma halinin ideali gibi okunuyor. Biraz da tutunmak için mi aşık oluyor Ada ile Toprak?
Aniden birbirlerinin karşısına çıkan iki kişi. Belki önce heyecanla başlıyor. Ama bazen kendinizi tutamaz ve akışa bırakırsınız ya, öyle bir şey işte yaşadıkları. Toprak’ın yeni bir hayata adım atma arzusu muhakkak. Ada’nın ise hayatını temize çekmek... Sorunuza evet demek mümkün ama ben yalnızca hayata tutunmak diyemem.