Güncelleme Tarihi:
Susan Sontag’ın ‘Metafor Olarak Hastalık’ adlı kitabında insanlık tarihine damgasını vuran salgın ya da -yaygın- hastalıkların zihinlerde yarattığı etkileri incelerken ‘hasta olma durumuyla ilintili olarak kafamızda kurduğumuz cezalandırıcı ya da duygusal fanteziler’ üzerinde durur. Niyeti, hastalıklardan kaynaklanan klişeleri ele alarak fiziksel hastalığın kendisini değil hastalığın bir figür ya da metafor olarak kullanılma hallerini tartışmaya açmaktır. Zira, Sontag’a göre söz konusu metaforlar son derece gerçek sonuçlar doğururlar ve yarattıkları çarpık algılarla, hurafelerle, komplo teorileriyle hastalıklarla etkili mücadelenin önüne geçebilirler.
Sontag’ın tüberküloz, kanser ve HIV ağırlıklı incelemesi koronavirüsle baş etmeye çalıştığımız bugünlere de ışık tutacak metinler üzerinden ilerliyor. Bu yazı çerçevesinde salgın hastalıkların edebi metinlere yansıması üzerinde durmak ve -külliyatın dev hacmi düşünüldüğünde çok mütevazı kalan- birkaç ekleme yapmak istiyorum.
İnsanların hastalıklara karşı mücadelesi daha ilk yazılı metinlerde çıkar ortaya. Bilimin olmadığı bir zamanda köken tanrılara havale edilecektir. ‘Gılgameş’ destanında Enkidu onu ölüme götürecek korkunç bir hastalıkla cezalandırılır. Yine ‘Gılgameş’ten bir alıntı yapalım; “Sen tanrıların efendisisin ve bilgesin. Nasıl nedensiz yere böyle bir tufan yaratabildin?” Böyle bir replik, ancak salgın bir hastalık deneyimlemiş insanların ağzından çıkabilirdi.
Finlerin ‘Kalevela’ destanında da salgın hastalık anlatılır; “Louhi, Pohjola’nın kadını/ Oğlanlara emretti/ Yolladı ayrı ayrı/ Kara burunun ucuna/ Adaların olduğu tarafa/ Türlü salgın hastalık / İlletler hiç duyulmadık/ (...)/ Tüm Kaleva yatağa serildi/ Bilinmedik hastalık...”
Salgınlar antikçağ’ın en parlak metinlerine de vurmuştur damgasını. Salgının genel adı vebadır ve elbette yine tanrısaldır. Homeros’un ‘İlyada’sında Akhaların Troya ovasındaki gemi ordugâhındayız. “Tanrı, rahibin duasını duydu. Olympos Dağı’nın doruklarından yüreğinde öfke, omzunda okları ve yayı, gece gibi aşağı indi. Her görülmez ok ölümcül bir hastalık taşıyordu. Önce katır ve köpeklere ok attı, sonra dokuz gün boyunca o kadar çok Yunan savaşçı öldürdü ki, her yerde sürekli cenaze odunu yanar oldu.”
Tıp ilminin atası sayılan Hipokrates bile hıyarcık vebasının sebebinin ‘Tanrı’nın gazabı’ olduğunu vurgulamıştır ki, Sofokles’in ‘Oedipus’ trajedisi de tam da böyle bir lanete dayanır.
Sontag’a göre antikçağ’da hastalıklar tanrısal cezalar olmakla birlikte utanılası durumlar değildi. Hastalığın utanca dönüşmesi hastalık konusunda daha ahlaki ve katı ölçütler dayatan Hıristiyanlığın ortaya çıkışıyla başladı. Ve bu yüzden veba, frengi, cüzam gibi salgınlarla kasıp kavrulan ortaçağda insanlar, salgının nedenini kendileri dışındaki bir günah keçisine yüklemeye çalıştılar. En çok da Yahudilere, Çingenelere... Boccacio’nun ‘Decameron’u bu yıllarda (1349-1353) kalema alınmış en önemli edebi eserlerden biridir ve Floransa’daki ahlaki çöküşü hicveder.
Britanya Adası salgınlardan en çok etkilenen coğrafyalardan biriydi ve hastalık mitleri İngiliz edebiyatına pek çok biçimde yansıdı, bu konuda bir bellek yarattı. Roman sanatının ilk örneklerinden birinin tamamıyla bu meseleye odaklanması şaşırtıcı değildir; Daniel Defoe 1722’de yayımlanan ‘Veba Yılının Güncesi’nde 1664-1665 yılları arasında Londra’yı kasıp kavuran veba salgınını anlatır. Bundan böyle hastalıklar ve salgınlar modern romanın sıklıkla işlediği bir temaya dönüşecektir...
HASTALIK MODERN ROMANLARA BULAŞTIĞINDA
Veba, kolera ve frenginin başrolde oynadığı roman isimlerini sıralamak bile bu yazının sınırlarını aşabilir. Seçme yapmak kaçınılmaz olacak. En sevdiğim yazarlardan Edgar Allen Poe’yla ve onun ‘Kızıl Ölümün Maskesi’yle (1842) başlayalım. Halkın vebadan kırıldığı bir dönemde steril konaklarında eğlenen zenginlerin arasına bir azrail gibi dalacak ve kimsenin kurtulamayacağını kanıtlayacaktır hastalık...
Alessandro Manzoni, ‘Nişanlılar’da (1827) salgını tarihsel bir perspektifte ele alırken Charles Dickens’ın pek çok romanında sefalet manzaralarıyla birlikte sergilediği salgın hastalıklar, toplumsal bir yarayı da işaret eder. ‘Kasvetli Ev’i (1853) şu replikle sonlanır: “Öldü, Majesteleri. Öldü, lordlar ve baylar. Öldü, her sınıftan çok saygıdeğer ve hiç saygıdeğer olmayan din adamları. Öldü, Tanrı’nın bağışladığı merhameti yüreklerinde taşıyarak dünyaya gelen erkeklerle kadınlar. Ve çevremizde böyle ölmekteler her gün.”
Hastalık teması İngiliz romanında hayli etkilidir. Özellikle Marry Shelley, Thomas Hardy, Charles Kingley, George Eliot, William Moris, Charlotta Bronte, Elisabeth Gaskell, Samuel Butler gibi yazarlar salgınlar ve hastalıkları topluma ve bireye yaptığı etkilerle sergilemeyi bilmişlerdir.
Alman edebiyatına geldiğimizde hiç kuşkusuz Thomas Mann öne çıkıyor. Sontag’a göre romanları 20. yüzyıl başındaki hastalık mitlerinin bir ambarı işlevini gören Thomas Mann, ‘Doktor Faustus’ta frengiyi, ‘Venedik’te Ölüm’ ve ‘Büyülü Dağ’da tüberkülozu hikâyelerinin merkezine yerleştirirken insanın ölüm ve hastalık karşısındaki duruşunu araştırır.
19. yüzyıl romanında tüberküloza özel bir yer açmak gerekir. Zira Sontag’a göre; “Romantik ıstırap diye bilinen edebi ve erotik tutumların birçoğu, tüberkülozdan ve onun metafor aracılığıyla dönüştürülmesinden ileri gelmektedir. Acı ve ıstırap, hastalığı haber veren bazı semptomların üslupçu bir anlatımla söze dökülmesi sonucu romantik bir hare kazanmış ve böylece gerçek acı yok sayılmıştır. Zaten, bireysel hastalık fikri de, tıpkı insanların kendi ölümleriyle yüz yüze geldikçe daha bilinçli davranmaya başladıkları fikrinde görüldüğü üzere, tüberkülozla birlikte başlamıştır. Keza, bu hastalık hakkında orada burada yaygınlaşan imgelerde, 20. yüzyılda daha baskın olan modern bir bireysellik fikrinin ortaya çıkmaya başladığını da gözleyebiliriz”.
20. yüzyılda da devam eden tüberküloz teması için birkaç da yazar ve eser adı sayalım; Victor Hugo’nun ‘Sefiller’, Alexandre Dumas’nın ‘Kamelyalı Kadın’, Charles Dickens’ın ‘Nicholas Nickleby’ ve ‘Dombey ve Oğlu’, Turgenyev’in ‘Arefe’, Goncourt kardeşlerin ‘Madame Geraisais’, Andre Gide’in ‘Ahlaksız’, Joyce’un ‘Ölüler’ romanları en iyi örnekler arasında yer alıyor.
20. yüzyılda salgın hastalıklar konusunda yazılmış en çarpıcı roman Albert Camus’ün ‘Veba’sıdır. 1947 yılında yazılan bu romanda veba ne bir cezadır ne de tiranlığın alegorisi; Camus, aniden ortaya çıkan ölümün hayata ciddiyet katmasını ve insanın varoluş sıkıntılarını ortaya koyar. Bu roman koronavirüs salgınıyla içine düştüğümüz durumun edebiyattaki en iyi örneğidir.
Günümüzde salgın hastalıkları bir felaket biçiminde yorumlayan pek çok romanın distopik olduğunu söyleyebiliriz. Bunun nedeni, bilim ve teknolojinin her şeyin üstesinden geleceği düşüncesinin yaygın olduğu bir çağda esrarengiz, üstesinden gelinemeyen bir virüsle karşılaşılmış olmasıdır. Tam da bu nedenle yaşadığımız gerçeklik bugün distopik geliyor bize...