Güncelleme Tarihi:
Dünyada başlı başına bir edebi tür ve disiplin olarak yer alan biyografi yazımı Türkiye’de maalesef yerli yerine oturamadı. Bizdeki biyografilerin ‘övgü’ veya ‘yergi’ olmaktan öteye gidememesi en önemli eleştirilerden biri... Akademik bir ciddiyetin olmaması ise diğer bir ciddi eleştiri noktası... Türkiye’nin zengin tarihinin dönüm noktaları şahıslar üzerine kurulu. Bu tarih, biyografi yazarları için neredeyse hazine değerinde.
Dr. Murat Arslan bu hazinenin peşine düşenlerden. Yakın tarihimizin en mühim siyasi aktörlerinden Süleyman Demirel’in biyografisini yazmış. Arslan akademik ciddiyeti elden bırakmadan, Demirel gibi çok yönlü ve çok renkli bir karakteri olabildiğince detaylı çözmeye çalışmış. İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Süleyman Demirel’ adlı kitabı boyunca bu çabayı görüyoruz. Yazarların anlatma çabasına karşılık, Arslan’ın üslubunda akademisyenlere özgü anlama ve çözümleme gayreti var. Arslan’a göre Demirel hakkındaki biyografilerin işaret ettiği ortak bir nokta var: Demirel’in pragmatik kişiliği... Peki, Demirel’in her politikasında, her yaklaşımında ortaya çıkan bu ‘mümeyyiz’ vasfının kaynağı ne? Arslan tam da bu sorunun cevabının peşine düşüyor. Kitabın bana dikkat çekici gelen en önemli yönü bu.
Dr. Arslan, Demirel’in doğduğu ve büyüdüğü coğrafya ve dönemle ilişkisinin kodlarını çözmeye çalışıyor. Sosyolog Sabri Ülgener’e atıfla “Satıh üstüne sıralanan şekil ve madde yığını altındaki alabildiğine yaygın ruh ve zihniyet dünyasına ulaşmak” için kazılar yapıyor. Arslan’ın bu çabaları yüzyıllar önceki bir başka sosyolog İbn-i Haldun’un bu aralar pek revaçta olan sözünü akla getiriyor: “Coğrafya kaderdir!”
Gerçekten de Demirel’in ‘Çatlak toprak ile mavi gökyüzü arasında...’ diye tasvir ettiği köy ve çocukluk yaşamının onun zihniyet dünyasını şekillendiren en önemli faktör olduğunu görüyoruz. Bu ‘kader’ Demirel’i İslamköy’ün çorak yazısından siyasetin cerbezeli zirvelerine kadar takip ediyor.
Kitaptaki bir alıntıda Demirel’in siyasete girme ve ‘su mühendisi’ olma arzusunun ardında çeşmeden su taşıyan annesinin ıstırabından duyduğu rahatsızlığın olduğunu anlıyoruz. Annesinin o çileli hâli Demirel’in zihninden hiç silinmemiştir.
Arslan, ‘mikro coğrafi’ çözümlemelerle Demirel’in zihin dünyasında dolaşmaya devam ediyor. Demirel’in doğup büyüdüğü coğrafyada insanların hayatta kalmak için en azından günü kurtarmak gerektiğinin farkında olduklarının altını çiziyor. Demirel’de de bu farkındalık had safhada. Aldığı ‘teknik üniversite’ eğitimiyle köy pratiğinin çarpan etkisi, ‘ayrıcalıklı sınıf mensubu’ olmayışının açığını fazlasıyla kapatıyor. Demirel’in siyasetin bütün hengâmesine üstün gelen sabrının ve azminin kaynağını yazar yine Demirel’in ağzından açıklıyor: “Köylülük yetişme tarzımın bir parçası, biz ekeriz aylarca bekleriz. Ektiğimiz ağustosun ortasında hasata gelir. Çukurova’da daha erkendir, haziranda. Biz on ay bekleriz. Ertesi gün neticesini almak gibi bir derdimiz yoktur. Bırakıp bir yere gitmeyiz.”
Kitapta Demirel’in yakın siyasi tarihimizde iz bırakan uzun yürüyüşün diğer detayları da var. Isparta’nın küçük bir köyünden ‘su mühendisi’ tahsiliyle ‘baraj kralı’ unvanı alan, Afyon krizinde Amerika’ya kafa tutan, askerle bilek güreşine giren, Hamzakoy’dan Zincirbozan’a ve nihayetinde Çankaya’ya kadar uzanan Demirel’in inişli çıkışlı ama hep çok boyutlu ve renkli hikâyesi var.
Bütün eleştiri veya methiyeler bir tarafa, şu kesin ki Demirel’in hayatı cumhuriyetin ilanıyla birlikte yeni toplum düzenin de bir serencamı mahiyetinde. Demirel’in hayatına bakış bir zaman tüneliyle bütün bu süreçlerin içinden geçmek gibi. Hayatının her dönemi yanı zamanda Türkiye’nin farklı bir dönemi. Yine yazarın vurguladığı gibi Demirel’in hayatındaki bütün kırılma noktalarıyla Türkiye tarihinin dönüm noktaları örtüşüyor.