Güncelleme Tarihi:
Değerli Nursel Duruel’in hazırladığı bir kitap var: ‘Güvercin Curnatası’ (Yapı Kredi Yayınları); ‘Güvercin Curnatası’nda Cemal Süreya’nın konuşmaları, soruşturma yanıtları derlenmiş. Söyleşilerden birinde Cemal Süreya da bu soy kitapların önemine, gerekliliğine değinmiş.
Usta Cemal Süreya 1988’de şunları söylemiş: “(…) şiir okurunu yitirmiştir. Şöyle olmuştur bu, her kuşak kendi okurunu birlikte götürmüştür. Yahya Kemal’in okurları, Orhan Veli’nin okuru bizim okurumuz değildir. Adam belli bir yaşa gelince okumayı da bırakıyor, böylece her kuşak sıfırdan okur yetiştiriyor.”
Yirmi dokuz yıl önce dile getirilmiş bu saptama; yirmi dokuz yıl sonra, bugün de –ne acı ve ne tuhaf- gerçekliğini koruyor. Yalnızca şiir anlamında mı, öykü, roman hatta deneme için de geçerli.
Beni yetiştiren hikâyecileri düşündüm. Örnekse, Sait Faik, Sabahattin Ali, Nezihe Meriç, Oktay Akbal, vb. Bugünün genç okurlarına, hatta öykü sevdalısı, hatta öykü yazmak isteyen genç okurlara demin andığım yazarları öyle kolay kolay okutamadığımı söylemek zorundayım. ‘Kürk Mantolu Madonna’nın çoksatarlığı bir yana bırakılırsa, belki bir tek Sait Faik hâlâ okunuyor. ‘Kürk Mantolu Madonna’ genç okurun gözdesi ama, bizim kuşağı derinden etkilemiş Sabahattin Ali öykülerinden çoğu kimse handiyse habersiz.
Niye böyle? Bizde böyle; geçen yıl tanıştığım, edebiyata tutkun bir genç kız, Flaubert’i saatlerce konuşmuştu benimle. Aslında Türk, Fransa’da doğmuş, Fransa’da okumuş. Aileden öğrendiği Türkçesi hafif kekremsi, ne var ki Türkçe şiir, roman okuyabilecek kadar ileri.
Flaubert’i, Zola’yı daha çağdaş Fransız şairlerini, yazarlarını lise yıllarında okumuş. Yakup Kadri’yi ‘Bir Sürgün’ü, Halide Edib’i ‘Handan’ı salık vermiştim ona; okudu mu bilmiyorum.
Son yıllara kadar, her genç okura, Reşat Nuri’nin ‘Eski Hastalık’ını salık verirdim. Doğu-Batı meselemizi aşk açısından, kadın-erkek ilişkisi açısından görkemle yansıtan bu romanın genç okurları etkileyeceğini düşünürdüm. Umduğum etkileniş, ilgi uyanmıyordu. Züleyha’yla Yusuf’un aşkları eski bir dönemin, kapanmış bir çağın aşkları gibi alımlanıyor; bir türlü bugüne yansımıyordu.
Flaubert hayranı genç kız, ‘Madam Bovary’ sanki 2000’lerde yazılmış gibi yorumluyor, Flaubert’e yeniden güncel yaşam biçiyordu. Bizde olmayan galiba bu, olamayan. ‘Handan’ı 1912’ye hapsetmişiz, 105 yaşında çökkün, yarı ölü bir roman. Bugünün bakış açısıyla bize neler söylediği, neler söyleyebileceği ne araştırılıyor, ne de -zaten- kimsenin umuru.
Demin kimin umuru dedim ama, Oylum Yılmaz ikinci romanı ‘Gerçek Hayat’ta (İletişim Yayınları) geçmişin üç yazarına göndermelerle bir yapı kurmuş: Fatma Aliye, Suat Derviş, Cahit Uçuk. Günümüzün bir yazarının, geçmişe terk ettiğimiz romancıları gündeme getirmek çabası bir okur olarak beni mutlu kıldı.
‘Gerçek Hayat’ bugünün Cihangir, Çukurcuma atmosferinde başlıyor. Aşk dolaylarında geziniyor. Sonra Suat Derviş’e, ‘Kara Kitap’a unutturulduğu ileri sürülmüş bazı kadın yazarlara yol alıyor. Günümüz ortamının hem hafifliklerinde hem aldırışsızlığında, bu, sönmüş, talihsiz yazarlar da, romanın anlatıcısı Leyla’ya kendilerini hatırlatmaya çalışıyorlar.
Oylum Yılmaz’ın romanını ileriye bir adım sayıyorum: Yeni bir kuşağın dünün emeklerine saygı duyması! Gerçi anlatıcının, Leyla’nın yaşadığı ortam, art arda ironik kayıtsızlıklarla donanmış ama; Leyla yine de ödeşme isteğini bir takıntı gibi sürdürüyor. Hele işin içine ‘kaybediş’ girince. O arada Halide Edib de beliriyor, iyi kötü ayakta kalanlar arasında. (Bence Halide Edib’i de günümüz ‘hissedemiyor.’)
Cahit Uçuk’u tanımıştım: Rahat hayat koşullarında, Bebek’teki evinde güzel bir akşamüzeri, zarif bir çay sofrası. Yaşlı romancı geriye dönmeye uğraşıyor, anılarını dile getirdikçe, asıl özlediği romanı, romanları yazamamış olmanın sancısını çekiyordu…