Güncelleme Tarihi:
Osman Çakmakçı bir delidir. Şiir nerede ise oraya giden, onun okunması için mücadele veren, ne yiyeceğini düşünmeden cebindeki son parasına çıkan dergileri, kitapları alan ve onları didik didik eden bir edebiyat, şiir delisi. Ona, koltuğunun altında biraz sonra herhangi bir yerde okunup unutulacak kitaplarıyla ya da kaybolacak okuma notları, öfkeyle yazdığı yeni bir yazısı, okunmuş, katlanmış, işaretlenmiş dergileriyle şehrin kitap kokan herhangi bir yerinde rastlayabilirsiniz.
Şairin dünyanın kıyısında duran adam olduğunu düşünen/düşündüren Osman, kıyılarda köşelerde kalmış gerçek şiiri bulur ve karanlıkta kalan iyi şiirden yana kim varsa onlar için mücadele eder. Osman; şiire, yazılan dil içinde yani dar yerden değil büyük dilin içinden, seslerle, anlamla, biçimle gelinen kazanımların sahasından evrensel ölçütlerle yaklaşır. Yani şiiri şiirle tartar.
Şiirde her zaman tavra inanan Osman; ağdalı, duygulu, imgelerle örülü soyut şiirlere karşı yalın şiiri savunur. İlk kitabı ‘Zakkum Avı’ndan (1991) kısa süre önce okurla buluşan ‘Oğul’a kadar şiirlerinde felsefe, plastik sanatlar başta olmak üzere farklı disiplinlerle ilişkisini, yaşantısının izlerini, ruhsal durumunun yansımasını görürüz. Sözü ilk haliyle, o saflığıyla okura sunmayı işaret eden şairin yazdığı her şeyde meselesini ve o meselenin etrafında da kendini konumladığını görürüz. Çakmakçı, bir düşüncenin şiirini yazmadı ama yazdıklarıyla düşündürdü, gerçeği yazmadı ama gerçekçi oldu. Şiirle felsefe yapmadı, yazdıklarıyla felsefeye ulaştırdı bizi. Bugün ve yarın bir suçlu gibi yere bakmayacak sorumlulukla susmaya karşı daima düello hakkını kullanmış Osman Çakmakçı’nın kısa zaman içinde üç kitabı yayımlandı. İlki bir anlatı sınırlarını zorlayan ‘Ezeli İhanet’ (1984 Yayınları), diğeri düşünce, edebiyat, sanat kitaplarına dair eleştirilerinden seçtiği yazıların toplamı ‘Radikal Kitaplar’ (Vakıfbank Yayınları), sonuncusu ise 14 yıl aradan sonra gelen bir şiir kitabı ‘Oğul’ (İş Bankası Yayınları).
Türk şiirinde oğul meselesine Tevfik Fikret’in ‘Haluk’un Defteri’, Gülten Akın’ın müebbetle yargılanan oğluna ve devlet zulmüne uğrayanlara, idam edilenlere, ölüm orucundaki oğullara seslendiği ‘42 Gün’, Ümit Yaşar’ın intihar eden oğluna yazdığı ‘Galata Kulesi’, Ataol Behramoğlu’nun sürgündeyken kızına yazdığı ‘Kızıma Mektuplar’da rastladık. Burada şairler bireysel ya da toplumsal tarihin içinden oğula/kıza bakıyorken Çakmakçı, dışarıdan içeriye eğiliyor. Konaklayan bir acı içinde oğula bakıyor. ‘Oğul’u okudum ve taş yutmuş gibi dolaştım durdum, sustum kaldım. Ağır, acı ve yaralı bir ses içimden geçmedi, gezmeyen konaklayan duygu durumları içime işledi, beni kendine hapsetti.
Varlık sancısı çeken insanın hallerine rastladığımız ‘Oğul’da narin, kırılgan, bir o kadar öfkeden taşan, karşı çıkan, tövbekâr, sitemkâr, kendine bile karşı çıldırmanın sınırında Çakmakçı’yı gözlemliyoruz:
“Baba hiç ihanet eder mi oğluna/baltayla kesti kollarını işte/Balta dediğim hınçla bakan iki uzak göz... Anne hiç ihanet eder mi oğluna/Sütten kesti ilkin şimdi de sildi yüreğinden/Önce ekmek vermedi sonra bakmadı yüzüne... Kızkardeş hiç ihanet eder mi oğula/Geçmiş günlerin öcünü aldı ondan/Bir bir teyellediği gibi ipleri/Öyle kapı dışarı etti abisini/Şimdi oğul bir başına dolaşıyor sokaklarda/Sırılsıklam koruk kör olacak nerdeyse gözleri/Birer erik gibi buruşmuş gözleri...”
Duygu durumu, ruhsal halini yansıttığı kadar içinde bulunduğu toplumun ikiyüzlülüğüne cesaretle kılıcını çeken, öfkesini ortaya döken şairi, ‘Deli Sarı’ şiirindeki dizeleriyle selamlayalım: “yazık ruhlarını barındıracak bedenleri olmayanlara/yazık bir varlıktan yoksun aşkla kavrulanlara...”