Güncelleme Tarihi:
Günümüzde adı Danimarka edebiyat kanonu içerisinde anılan Tove Ditlevsen, 1917’de Kopenhag’da, işçi sınıfından bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. ‘Çocukluk’ta da anlattığı üzere, hayat koşulları çok zorluydu ve küçük yaşta içine kapanarak kendini şiirlerle ifade etmeye çalıştı. Lise eğitimi bile alamamasına rağmen kendini geliştirmesini bildi ve ilk şiir kitabını 20’li yaşlarının başında, 1939’da yayımladı. 1941’de ilk romanı ‘Bir Çocuk Zedelendi’yi tamamladı. 1947’de ‘Blinkende Lygter’ isimli şiir kitabı onu ülke çapında üne kavuşturdu. Ne var ki hayat hiç kolay değildi Ditlevsen için. Uzun yıllar alkol ve madde bağımlılığıyla mücadele etti. Yayımladığı 29 kitabın pek çoğuna bu umutsuz mücadele damgasını vurmuştu. Ve nihayet 1976 yılında, 58 yaşındayken, uyku hapı içerek hayatına son verdi.
Yaşadığı yıllarda çok sayıda itibarlı ödüle değer görülmüştü. Ölümünden 23 yıl sonra -1993’te- ‘Çocukluk Sokağı’ romanı 20. Yüzyılın En Değerli Danimarka Kitapları listesine seçilmiş, bazı romanları sinemaya uyarlanmış, şiirleri bestelenmişti. Ancak ülkesi dışında pek tanınmıyordu. Anılarının tek ciltte toplanıp ‘Kopenhag Üçlemesi’ adı altında Penguen Klasikler dizisi içerisinde yayımlanması ve övgüyle karşılanmasıyla bu eksiklik gecikmeli de olsa giderildi.
BİR ZAMANLAR KOPENHAG’DA
Beş yaşındayken başlıyor anlatmaya Ditlevsen. 1920’lerin Kopenhag’ı. Babası sosyalist bir işçi, annesi hırslı bir ev kadını, abisi ustalık okuluna giden bir yeniyetme. Yoksulluğu ve mutsuzluğu içselleştirerek ama elinden geldiğince gerçeklikten kaçarak büyüyor küçük Tove. Sıkıntılı durumlarda “içindeki uzun, garip kelimeler koruyucu bir zar gibi gönlünün üstünü kaplamaya başlıyor” ve “parlak kelime dalgaları içinden aktıkça” dış dünyadan zarar görmüyor.
Yıllar ilerleyip okula başladığında da işler yolunda gitmeyecek, kendisini daima uyumsuz hissedecektir. Artık okuma yazmayı öğrendiğinden güçlüklerle baş etmenin yolunu bulmuş, parlak kelime dalgalarını şiire dökmeye başlamıştır. Ancak o yılların Kopenhag’ında -ona kitap okumayı aşılayan sosyalist babası için bile- kadınların şair olması alay konusudur. Tove pes etmez: “Bir gün, içimden geçen bütün kelimeleri kâğıda dökeceğim. Bir gün, başkaları onları bir kitapta okuyacak ve bir kızın, her şeye rağmen şair olabileceğine şaşacaklar.”
Aile maddi nedenlerden bir dizi talihsizlikle daha da yoksullaşırken, Tove’nin bütün hayali bir an önce çocukluğundan kurtulmaktır. Ona dar gelen çocukluğunu çarpıcı imgelerle dile getiriyor Ditlevsen: “Çocukluk tabut gibi uzun ve dar, kendi kendine içinden çıkmak mümkün değil. Hep ortada, herkesin gözü önünde, tıpkı Güzel Ludvig’in tavşandudağı gibi”, “Çocukluğun içinden çıkmak mümkün değil, üstüne koku gibi siner. Her çocukluğun kendine has bir kokusu vardır. Diğer çocuklarınkini algılarsın. Kendi kokunu bilemediğinden, diğerlerinden daha kötü olmasından korkarsın bazen.”
İşte böyle bir ortamda ve böyle bir ruh hali içinde büyüyor Tove. Arkadaşlar ediniyor, sokakları arşınlıyor, öğretmeni sayesinde kitapların dünyasına açılıyor ve yavaş yavaş “çocukluğunun soğuk ve rüzgârlı son baharına” yaklaşıyor...
OTOBİYOGRAFİ Mİ ROMAN MI?
Tove Ditlevsen’in hayatından bölümler içeren ‘Kopenhag Üçlemesi’, ‘Barndom’ (Çocukluk, 1967), ‘Ungdom’ (Gençlik, 1967) ve ‘Gift’ (Evlilik, 1971) kitaplarından oluşuyor. Otobiyografik bir anlatı ancak elbette yazıldığı zamandan çok öncesini anlattığı hayat hikâyesini elbette bir süzgeçten geçirerek kaleme almış Ditlevsen. Zaten yaşanmış bir ‘an’ı eksiksiz, bütün çıplaklığıyla, dakika dakika anlatmak mümkün değildir. Yazar böyle bir şey yapmaya kalksa tek bir günü anlatmak bile sayfalar tutardı. Öyleyse otobiyografi ya da biyografi yazarı nelerin anlatmaya değer, nelerin değersiz olduğuna karar vermek zorundadır; bu karar, anlatısını kurmacaya yaklaştırır. Biyografilerde olsun otobiyografilerde olsun asıl mesele anlatılanların gerçekleri ne ölçüde doğru yansıttığı değil. Gabriel Garcia Marquez’in ‘Anlatmak İçin Yaşamak’ta söylediği gibi; “İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır”.
“Hayatım roman” klişesinden uzak duran ve satır aralarında yazarın hayatından esinlenmeler barındırdığı söylenen romanlardan uzak durduğumu, mutsuz çocukluk anılarının pek çok yazar tarafından bir altın madenine dönüştürüldüğünü söylemeliyim. Tove Ditlevsen’in tarzı çok daha dürüst geliyor bana. Yine de eklemek gerekir; Tove Ditlevsen’in şiirsel bir dille ve titiz bir elemeyle yazdığı, okuyucuda roman tadı bırakan anılarının günümüzde ansızın ‘keşfedilip’ bu denli rağbet görmesinde otokurmacalara -Vigdis Hjorth, Karl Ove Knausgaard gibi Kuzeyli yazarların romanlarına- duyulan iştahın rolü olduğu inkâr edilemez.
Karakteristik olarak karanlık bir zekâya sahip olan Ditlevsen’in anıları doğal olarak karanlık bir dünyayı resmediyor. Tezer Özlü’nün ‘Çocukluğumun Soğuk Geceleri’ni hatırlattı bana. En azından 1967 yılında, ‘Çocukluk’ yayımladığında 50’sinde olan Tove Ditlevsen’in zihnindeki çocukluk imgesinin karanlık olduğunu görebiliyoruz. Sadece kişiliğine damgasını vuran melankolisinden değil, o yılların Kopenhag’ındaki yaşam koşullarından da kaynaklanan bir karanlık. 1920’li yılların Danimarka’sındaki siyasi ve sosyal hayatı, yoksulluğu, sınıf ve cinsiyet ayrımcılığını, tehlikeli sokakları, fuhşu, değer yargılarının ürkütücülüğünü küçük Tove’nin haletiruhiyesiyle çok iyi kaynaştırmış.
Arka plandaki tarih önemli ama romanın çarpıcı yanı üslubun güzelliğinde. Anlatı Tove’nin içsel yaşantısı ile dış dünya arasında gidip gelerek ilerliyor. Tove’nin gündelik hayatı aktarırken kullandığı -konuyla uyuşan, neredeyse çocuksu, samimi, süssüz- basit dil biraz sonra yerini içsel yaşantıyı sergileyen şiirsel ifadelere bırakıyor. Ancak metni bölen lirizm patlamaları basit süslemeler olarak düşünülmemeli. Bunlar küçük Tove ile yazar Tove Ditlevsen arasındaki ayrımı fark etmemizi sağlamakla kalmıyor, kendi karanlık deneyimine yolculuk eden bir zihnin nerelerde ve nasıl yaralandığını da ortaya çıkarıyor.
‘Çocukluk’, Tove Ditlevsen’in dil ve anlatım ustalığını sergileyen parlak bir anlatı; kasvetli, komik, ürkütücü ve sürükleyici. Her ne kadar karanlık bir anlatı olsa bile düzyazısının kalitesi okuma sürecini aydınlatıyor. Bir eleştirmenin ifadesiyle, ‘Çocukluk’u okumak “Gotik bir peri masalına dalmak gibi”...
Çocukluğunu sevgi ya da nostalji ile yâd edememek kuşkusuz hüzün verici ama böyle bir karanlığı yırtıp başarılı bir yazara dönüşmesine o yılların katkısı olduğunu düşünüyor; belki de yitik bir çağı yeniden kazanmak arzusuyla: “Güneş yanığı gibi, çocukluğumun son parçacıkları şimdi üstümden pul pul dökülüyor ve altından ters, imkânsız bir yetişkin beliriyor. Gece, pencerenin önünden geçedursun, şiir defterimi okuyorum ve ben farkına varmadan, çocukluğum usulca, hayatımın sonuna kadar benim için bir bilgi ve tecrübe kaynağı olacak, şu insan ruhunun kütüphanesi olan belleğimin dibine çöküyor.”