Güncelleme Tarihi:
İran asıllı Rus Yahudisi bir baba ve Macar kemancı bir annenin kızı olarak Paris’te dünyaya gelen Yasmina Reza, Nanterre Üniversitesi’nde tiyatro ve sosyoloji öğrenimi gördü. Oyun yazarak başladığı edebiyat hayatına roman ve senaryoyla devam etti. 1994’te yazdığı ‘Art’ (Sanat) adlı oyunuyla uluslararası saygınlığa ve üne kavuştu. ‘Carnage’ adlı oyunu sinemaya uyarlandı. Oyunları 35 dile çevrildi ve tüm dünyada saygın sahnelerde sergilendi. Romanları da oyunları kadar başarı kazanan Yasmina Reza, 2016’da ‘Babylone’ adlı eseriyle Renaudot Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
BAVULDAKİ CESET
‘Babil’in anlatıcısı Elizabeth, hayattan istediğini alamadığına inanan 60’lı yaşlarda bir kadın; “Bugün altmış iki yaşındayım. Pek mutlu olduğum söylenemez; ölüm döşeğinde, o gün geldiğinde, kendime yirmi üzerinden on dört vermeyeceğim. Ben daha ziyade on ikiyi layık görüyorum kendime, nankör olduğumu veya diğerlerini incittiğimi unutursam, işte o zaman hile yoluyla yirmi üzerinden on ikiyi hak edebilirim. Toprağın altına girdiğimde ne fark edecek ki? Hayatta mutlu olmayı başarıp başarmadığımı kimse umursamayacak, ben de aldırmayacağım.”
Bu kasvetli ruh hali biraz da annesini 10 gün önce kaybetmiş olmasından. Oysa dışarıdan bakıldığında pek çok kişinin imreneceği bir hayat sürüyor; Pasteur Enstitüsü’nde patent mühendisi olarak çalışıyor. Kocası Pierre, bir üniversitede matematik profesörü. Kendi başına yaşayan, iyi kazanan, anne-babasını ihmal etmeyen yetişkin bir oğulları var. Evliliğinden memnun ama kocasının koşulsuz sevgisi emniyet telkin etmiyor Elizabeth’e. Sıklıkla özgürce yaşadığı gençliğini düşünüyor. Yaşlanmaktan, yaşlılığın görünümüne yaptığı olumsuz fiziksel etkilerden de şikâyetçi. Hoşlanmadığını söylese de reklamlarda ünlüler tarafından tavsiye edilen yaşlanma karşıtı ürünleri kullanmaktan geri kalmıyor.
Robert Frank’ın 1956 yılında yayımlanan fotoğraf albümünü karıştırırken -albümdeki fotoğrafların çağrışımlarıyla- başlayacak birkaç yıl önce meydana gelen trajik olayı anlatmaya... Önce sahneye çıkacak kişileri tanıyacağız. Sahneye çıkacak demem lafın gelişi değil; roman tam bir tiyatro atmosferine sahip. Olayın kahramanları ise üst kat komşuları olan Manoscrivi çifti; Jean Lino ve karısı Lydie.
Elisabeth, lafı olay gecesine getirmekte zorlanıyor. Sözü dönüp dolaştırıyor, Jean-Lino ile nasıl arkadaş olduklarını, adamın sevgiye açlığını, karısıyla mesafeli yaşantısını, üvey torununa bağlanmışlığını kendi hayatıyla bağlantılar kurarak -şiddet gördüğü babasını, annesi ve kız kardeşiyle sıkıntılı ilişkilerini hatırlayarak- uzun uzun anlatıyor. Bir türlü sözü edilmeyen olayın yaşandığı gecenin -Elizabeth’in evinde verdiği bahar kutlaması partisinin- hazırlıklarını, ayrıntılarını da öğreniyoruz.
Ve nihayet konuklar toplanıyor. Parti iyi gidiyor ama içkinin etkisiyle sivrilen, kabalaşan diller hoş olmayan durumlar da yaratıyor. Doğrusu bu tarz toplantılar için olağan durumlar. Ancak Yasmina Reza, tam da bu durumların yazarı olduğunu kanıtlarcasına gözünü karakterlerin karanlık dürtülerine çeviriyor; o meşum olaya yol açan dürtülere...
Parti bitmiş, konuklar ayrılmış, ev sahipleri yatak odalarına çekilmiştir ama gece henüz sona ermemiştir. Çalan zile uyanan Elizabeth, kendisini bir bavulun içindeki cesetle birlikte apartmanın kapısında bulacaktır...
HAYALLERİNDEN SÜRGÜN EDİLENLER
Roman, ismini Mezmur’lardaki bir ayetten alıyor; “Babil nehirlerinin kıyılarına oturduk ve Zion’u hatırladığımızda ağladık.” Anlaşılan o ki ‘Babil’ romanının mutsuz küçük burjuvalarını Babil kentinin İbranileri gibi hayallerinden sürgün edilen karakterleriyle özdeşleştirmiş Reza. Sinemaya uyarlanmış halini izlediğim ‘Katliam Tanrısı’nda ve Türkçeye çevrilen diğer romanı ‘Ne Mutlu Mutlulara’da da benzer temaları işlemiş ve ayrıcalıklı insanların sıkıntılarını, korkularını yansıtmıştı. Evet, Reza hiçbir zaman haksızlık, savaş, göçmenlik veya yoksulluk gibi büyük sorunlara değinmiyor. İlgi alanı Paris’te korunaklı, ayrıcalıklı bir hayat sürdüren, bu hayatı yeterli görmeyen, hayal kırıklıklarından mustarip insanlar. Reza’nın anlattığı savaşlar, özel hayatlarda olup bitiyor. Ancak bu eleştiri konusu edilmeli mi? ‘Ne Mutlu Mutlulara’yı değerlendirirken söylediğim gibi, haksızlık etmeyelim ve Reza’nın ‘mutlu’ azınlığının sığındığı korunaklı dünyanın gerçek dünyadan kopuk olduğunu unutmayalım. Tam da bu noktadan vuruyor Reza; sığındıkları evlerinden, evliliklerinden. Çatışma değilse bile sürtüşme alanı olan bu evler/evlilikler, ihanetler ve yalanlarla çürümüş olsa bile onların yegâne sığınakları. Baharı kutlama partisinde bir araya gelenlerin, özellikle de Manoscrivi çiftinin trajikomiği, boğuldukları bir hayatı terk edememelerinde. En trajik anların içindeki komiği açığa çıkaran Reza, burjuva toplumunun ikiyüzlü hayatını, aslında sistemin karakteristiğini, banalliğini yakalıyor.
Elizabeth’in zihninden geçenlerle söze döktükleri arasındaki uçurum, Jean-Lino’nun içinde yaşadığı durumun acınası halini görmezden gelmesi, Lydie’nin tatminsizliği, Pierre’in cinayeti öğrendikten sonra kapısını kapatıp uykuya dalması... Hepsi de aynı ikiyüzlülüğün tezahürleri.
Hazır cinayet demişken romanın barındırdığı polisiye motiflere değinmeden geçmeyelim. Zira gerçekten de Fransız kara romanlarına gönderme yapıyor Reza. Georges Simenon’un Maigret serisini değil ama psikolojik gerilim türündeki romanlarını andıran bir tarz. Ne var ki hemen ardından öyle bir absürd sahne yaratıyor ki, ‘polisiye gerilim’den ziyade ‘absürd polisiye’ nitelemesi yapmak gerekir. Bertran Blier’in -başrolde Gerard Depardieu’nun oynadığı- ‘Soğuk Büfe’ (1979) filmini hatırlatacak kadar soğuk, saçma ve komik.
Yabancılaşma kelimesi telaffuz edildiğinde akla Camus’nün ‘Yabancı’sının gelmesi kaçınılmaz. Nitekim ‘Yabancı’nın kahramanı Marsault’un cinayetten sonraki duyarsızlık hali ile ‘Babil’in Elizabeth’inin donuk anlatımı arasındaki benzerliğe dikkat çeken eleştirmenler var. Ancak fazlasını aramak zorlama olur. Yasmina Reza, felsefi meselelere açılmaktansa kışkırtıcı ve eğlenceli, basit ama karmaşık bir hikâyeyle yakalamak istiyor okuyucuyu.
Romanın özellikle ikinci bölümü -cinayetten sonrası- gerek sahneleri gerek diyaloglarıyla gerçekten de çok iyi bir kara mizah örneği. Bir cesedin etrafında toplanan ama ne yapacaklarını bilemeyen, akla gelmeyecek ayrıntılara takılan, olmadık çözümler arayan, don gömlek polis sorgusuna çıkarılan roman kahramanlarıyla ‘Babil’, güldürmesine güldürüyor ama insani dramları da sergiliyor. Saçmalıklar, saçmalıklarla açığa çıkan ince mizah gerilim unsurunu kolayca dengeliyor. ‘Babil’deki dedektiflik işi Reza’nın belli insan tiplerinin hayatlarını soruşturmasından öte değil. Gerçeği trajik ve saçmanın karanlık dansından çıkaran Reza, hedefi bir kez daha tutturmuş. ‘Babil’, keyifle okunacak bir roman.