HAYDAR ERGÜLEN haydaree@yahoo.com
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 24, 2020 11:45
Sevdiğim şair ve öykücü Serkan Türk, ‘Ausgang’ ile romana başladı. Doğrusu şiirlerini öyküleri, öykülerini de şiirleri kadar çok sevdiğim Serkan Türk’ün ilk romanı ‘Ausgang’ da, yazarın şiir ve öykü sevgisini neredeyse eşit olarak paylaştırdığı bir kitap olmuş.
Şairlerin şiir dışında yazıya ilgisi en çok denemede gösterir kendini. Cumhuriyet döneminin önde gelen, sevilen pek çok şairine bakmak yeter. Sonra öykü; çoğu şairin yazmasa da öyküye ilgisi, sevgisi şiirlerinden de belli olur, söyleşilerinden de. Tanpınar gibi özel bir örnek yanında, romancı olarak şairlerimizin başında Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat gelir. Son yıllarda başta Murathan Mungan olmak üzere, şairlerimizin yeniden romana yöneldiğini görüyoruz. Enis Batur, Metin Celâl, Akif Kurtuluş, Adnan Özer, Arife Kalender ve tabii şiirden romana geçip unutulmaz romanlar yazan Kemal Varol ilk aklıma gelenlerden.
Sevdiğim şair ve öykücü Serkan Türk de ‘
Ausgang’ (Yitik Ülke) ile romana başladı. Doğrusu şiirlerini öyküleri, öykülerini de şiirleri kadar çok sevdiğim Serkan Türk’ün ilk romanı ‘Ausgang’ da, yazarın şiir ve öykü sevgisini neredeyse eşit olarak paylaştırdığı bir kitap olmuş. 40 yıl önceki Selim İleri romanlarından uzak, hafif esintiler de taşıyan ‘Ausgang’ın yolu ‘cehennem’e çıkmıyor. Tüm kitaplarında rastladığımız o sakinlik ve denge hali burada da var.
Acaba televizyoncu ve radyocu oluşu da romanı etkilemiş mi diye düşünüyorum. Çünkü bazen açık unutulmuş bir televizyon, bazen de duyulabilir tonda sesiyle bir radyo yayını karşısındayız duygusu veriyor. Bunlar çoksesliliği ve görselliğiyle de önde bir roman olduğunun işaretleri. Anlatımı renklendirdiği kadar, dili de zenginleştiren bir tutum bu. Zor bir işi başardığını da söylemek gerek. Çok olaylı bir roman aslında, çok kişili. Serkan Türk’ün öykücülüğünde de gördüğümüz, ‘duyumsatıcı’ eğilim romanında da sürüyor. Şimdilerde açık uçlu olarak da söylenen bu eğilim sayesinde, anlatı okurun zihninde de sürüyor. Kitabı bitirince benim ilk düşündüğüm bu oldu. Yerler, kişiler, farklı zamanlardaki yaşantılar, tarihi ve toplumsal arka plan okurdaki etkisini sürdürürken, kendine bir ‘çıkış’ arayan romanıyla Serkan Türk, okurunu da yeni ve iyi bir yapıtla daha sevindiriyor, zihnini besliyor ve birbirine açık metinleriyle yüksek bir okuma zevki sunuyor. Sevdiği dizelere bizi ortak etmesi de kitabın ödülü diyelim. “Ölüm; kapının önünde ne çok ayakkabı!” dizesi gibi Kadir Aydemir’in.
Çoğul şiir
Devrim Horlu’nun ‘Taştaki Dikiş İzi’ (İthaki) kitabını okurken, birden “Ece Ayhan bu şiirleri okusa...” dedim, “Şahsi” derdi, ama ardına “Muhterem”i eklemezdi. Şahsi olup, muhterem olmayan bir şiir. ‘Şahsiyetli’ olduğu kadar, ‘tüccar’ da olmayan bir terzilik hüneriyle ölçüyor, biçiyor, kesiyor, dikiyor, yakıştırıyor.
‘Gölgeler Çürürken’den (Varlık, 2017) sonra ikinci kitabı. Terzi ya, iğnesi kumaşa dalıp çıkıyor, diktiği her neyse onun coğrafyasında gezmedik yer bırakmıyor. Şiirlerinin ortalama 2-3 sayfa sürdüğünü göz önüne alarak düşünüyorum bunu. Bazen tam uzatır gibi olduğu yerde terzi, şaire müdahale ediyor. Yani bir tür ortak yapım bir şiir. Belki de öyle olmalı, şiiri iki kişi yazmalı, tıpkı Devrim’in yaptığı gibi ama hangi iki kişi? Birinin şair olacağı muhakkak da, diğeri terzi, biyolog, matematikçi, fizikçi, marangoz, işçi, dalgıç, dülger, baytar, bahçıvan...
Devrim Horlu şiiri iki kişi olarak yazıyor, iyi ediyor. Belki sonraki kitaplarında daha da çoğul bir şiir yazar. Şimdiden yaptığı bu. Bazı sözcükleri, kipleri sık kullanmasında böyle bir ‘kasıt’ olmalı. Bu ‘şaşırtıcı’ aynı zamanda. İronisi sözcüklere sıkışmış, onlarla sınırlı değil, şiirine ‘içkin’ bir etki ve eda olarak var. Bu etki ‘Kemir Kemir Dünya’ ve ‘Rabbel Alemin’ gibi şiirlerinde çok belirgin.
Akışlı ama akışına bırakılmamış şiirler. Simetri, denge, matematik, mimari, tartım, hepsi de ‘şiirdeki dikiş izleri’ gibi. Yatağından taşmayan, onu derinleştirerek akan bu şiirler, adeta geçtikleri yerlerin doğasına uygun söyleyişler de ediniyorlar: “ben gıcırdayan kapılar mıyım/ beyaz gömleğe kir veren oğlan mı/ ağızda kırılan dağlar mıyım/ eleğin üstünde kalan taşlar mı”.
En güzeli de ‘zamane şairi’ olmaması. 1950’ler, 60’lar, 80’ler şiirlerini de katarak, katılarak, zamanın, ‘şiirin zamanı’ olduğunu söylüyor: Zaman geçer, şiir...