Güncelleme Tarihi:
‘Çeviri edebiyatımız’ı ilk kez sekiz-dokuz yıl önce kullanmış, önermiştim. Yadırgayanlar da çıkmıştı, benimseyenler de. Çeviri edebiyatımızın unutulmaz isimlerinden, sevgili arkadaşım Ahmet Cemal az buçuk benimsemişti. Dilden dile çevirinin yazınsal bir etkinlik, çaba, emek olduğunu kabul ediyor ama başlı başına bir edebiyat olup olmadığında, olup olamayacağında duraksıyordu.
Çeviri edebiyatımıza pek çok eser kazandırmış Ahmet Cemal’in yalnızca Canetti’den ‘Körleşme’si ya da Broch’tan ‘Vergilus’un Ölümü’ emekleri bile ‘çeviri edebiyatımız’ dememe -bence- imkân verir. Öylesine güzel, anlamlı nice çeviri... Hayli eskilere gidersek, Melih Cevdet Anday’ın Poe’dan ‘Annabel Lee’ şiiri, Sabahattin Eyuboğlu’nun Rimbaud’dan ‘Sarhoş Gemi’si, nasıl da göz kamaştırıcı! Bir başka usta, Yüksel Pazarkaya, yeni yapıtı ‘Çevirinin Estetiği ve Çeviri Serüveni’nde (Yapı Kredi Yayınları) şu saptamalara yer vermiş:
a) “Kaynak dildeki metin, hedef dilde bir çocuk sahibi oluyor, burnundan düşmüş gibi ona benziyor ama o çocuk özerk bir birey. Ve bir ve aynı metin, bir başka dilde, giderek birçok dilde birçok çocuk sahibi olabilir.”
b) “Kısaca söylemek gerekirse, edebiyat insanın ‘aslı’ değil, ‘çevirisi’dir. Ama insanın kendi kendini, daha da önemlisi, karşısındaki insanı, diğerini anlaması için, bu çeviriye gereksinimi vardır.”
‘Çeviri Estetiği ve Çeviri Serüveni’ni çok severek okudum. Çok da aydınlandım. Yüksel Pazarkaya, hayli eskilerden günümüze, çeviri sanatı çerçevesinde düşündüklerini iyi ki derlemiş. Çeviribilim diyoruz, ne yazık ki çeviribilim alanında bizi aydınlatacak pek az çalışmamız söz konusu. Pazarkaya, bir uçtan bir uca yol alıyor, bize de yol aldırtıyor.
Pazarkaya’nın bir özelliği hem Almancadan Türkçeye hem Türkçeden Almancaya çevirileri. Yeni yapıtında Behçet Necatigil’in şiirlerini Almancaya hangi sıkıntılardan, sınavlardan geçerek çevirdiğini anlatıyor: “Necatigil’in şiirlerini Almancaya çevirmek benim için hem keyifli bir serüven oldu hem de şiir çevirisinin, özellikle de Necatigil şiirinin çevirisinin bir cüret olduğunu yaşattı.” Sonra şu saptama: “Ben, çeviriyi de özgün bir sanat dalı olarak anlıyorum.”
Pek çok okur, çeviri emeği üzerinde durmaz; okudukları roman, öykü, inceleme, şiir oyun çeviridir, ama o kadar. Eseri çeviri aracılığıyla bize kazandıran kişi kimdir; pek önemsenmez. Oysa çevirmen kim bilir hangi yalnızlıklardan, hatta boğunçlardan geçerek bütünlemiştir çabasını. Örnekse, Yüksel Pazarkaya’nın Rilke’den ‘Duino Ağıtları’ çevirisi, söylemem gereksiz, Türkçeye apaçık bir katkıdır. Birden yepyeni söyleyişlerle, yepyeni bir sözdizimiyle yüz yüze gelir okur. Şunu söylemek istiyorum: Çeviri edebiyatımızın başyapıtlarına, hem de yıllar yılı, borçlarım ödenecek gibi değil!
‘DEVLET KUŞU’ 60 YAŞINDA!
‘Devlet Kuşu’ (1958; yeni basımı Everest Yayınları) bugün 60 yaşında. 60 yıl önce yazılmış bir roman ama, bugünün İstanbul’unu da anbean yaşatıyor. ‘Devlet Kuşu’ Orhan Kemal’in en sevdiğim romanı belki de, gerçi ‘Küçücük’ü de unutamam. ‘Devlet Kuşu’nun bütün kaygıları, altmış yıl öncesinden, İstanbul’un, büyük kentin, acımasız koşulların, gitgide çetinleşen yaşamaların tahliline yönelikmiş. Orhan Kemal de -herhalde- bu romanını önemsiyordu: 1965’te ‘İspinozlar’ adıyla oyunlaştırmış. Kumkapı’da yaşayan, göçmen, yoksul aile, bir ana-baba, dört çocuk. Büyük oğul Âvare Mustafa aylak, askerliğini yeni bitirmiş. Komşu kız Aynur... Sonra Kumkapı’ya çıkagelen yeni karaborsacı Zülfikâr Bey ve kızı Hülya... Aynur’un yıkılan dünyası... (Memduh Ün’ün 1961 tarihli unutulmaz filminde Ayhan Işık, Fatma Girik ve Çolpan İlhan...)
Dün, bütün gece ‘Devlet Kuşu’nun -bendeki hâlâ ilk basım- sayfalarıyla baş başaydım. Mustafa’nın Unkapanı’nda tütün fabrikasında çalışan kız kardeşlerinin ‘gelecek’ hayalleri alabildiğine can yakıcıydı. Orhan Kemal: Altmış yıla meydan okumuş romancı!