Güncelleme Tarihi:
Savaşın parçaladığı hayatlara sahip insanların yine savaş sebebiyle bir araya geldikleri bir roman, ‘Başka Topraklarda Rüzgâr Sert Eser’. Aklınızda savaşın yıkıcılığını anlatan bir roman vardı yoksa genel olarak hayatın yıkıcılığı mı daha çok ilgilendirdi sizi?
Savaştan sonra hayat nasıl olur, insanlar nasıl yaşar, nasıl iletişim kurar veya kuramaz, savaş onu yaşayan insanlar için nasıl bir ortak payda oluşturur, hayatlarında nasıl bir kırıcı etki yaratır ve bu kırıcı etki aynı zamanda onları nasıl birbirine bağlayan bir unsur döner, bunu düşündüm en çok. Arka planında da savaş hatıralarının olduğu bir roman ama öte yandan savaş bitmiş ve hayatın kendisi devreye girmiş. Asıl derdim yaşamın acımasızlığıydı. Romanın geçtiği yer, Seul’de Itaewon adında bir bölge. Orada savaş yıllarından beri her ırktan, her milletten, her din ve dilden insan yaşıyor. Bugün çok renkli, kozmopolit, eğlenceli bir ortam gibi görünse de orası, bir dönem dışlanmış, ötekileştirilmiş insanlardı. Birçok açıdan baktığımızda hâlâ öyleler. Şehrin ortasında ama şehrin diğer sakinleri tarafından ötekileştirilmiş, dışarıya itilmiş insanlar. Romandaki kahramanlar da tamamen yabancı oldukları bir şehirde ve kültürde yaşamaya çalışıyorlar, sürekli ötekileştirilerek. Bu durum ve hayatın kendisi savaştan daha acımasızca geliyor bana.
Romanda bazı ironik bir araya gelişler var. Hasan, dinine bağlı bir Müslüman ve Türk ama domuz kasaplığı yapıyor. En yakın arkadaşlarından biri ise yıllarca ‘düşman’ gördüğü Yunanlı…
Yaşamın acımasızlığından söz ettik. Kendi ülkesinden binlerce kilometre uzakta, savaştan sonra hayatta kalmaya çalışan bir adam bu. Bulunduğu çevrede ve dönemde yapabileceği en uygun iş domuz kasaplığı… Müslüman olduğu halde domuz kasaplığı yapması, ironik bir o kadar da mecburiyet. Tüm bunları bir arada düşününce, çağdaş edebiyatın ironiden oluştuğuna inanıyorum. Trajik değil ironik bir hayat yaşıyoruz ve trajik olanı ironik biçimde aktarıyoruz. Çünkü hayat böyle… Çağımızın insanının hayata bakışı, yaşamı, içinde bulunduğu çelişkili ortam, kendi kişisel çelişkileri, bir tarafta teknoloji bir tarafta ekolojik politikalar, sağlıklı yaşam ama sağlıksız koşullar… tüm bunlar bence trajik değil ironik bir hal yaratıyor. Gerçekten romanı yazarken de bu ironinin var olmasını istedim. Müslüman bir domuz kasabının varlığı en başta sözünü ettiğiniz bu ironiyi yaratan unsurlardan biri oldu. Amacım bu ironiyi yakalamaktı. Kore kadar küçük bir coğrafyanın bile, bugün baktığımızda tuhaf ideolojik sebeplerden, Kuzey ve Güney diye ayrılmış olması bile ironik değil mi?
Anlatıcı kahraman yaşına rağmen, neredeyse büyük insanlar gibi, daha doğrusu filozof gibi cümleler kuruyor... Bu yaşam tecrübesiyle mi ilintili, yoksa yazar olarak bir yabancılaşma yaratmak mı istediniz?
Anlatıcı, Müslüman Türk Hasan tarafından evlat edinilmiş öksüz ve yetim bir çocuk. Ve çok yoksullar. Bence yoksulluk ve kimi yaşam tecrübeleri insanı çabuk olgunlaştırır. Hayat tecrübesi kimi zaman insanlara çocuk yaştayken yaşlı adamlar gibi cümle kurdurur. Öte yandan bu teknik bir mesele, çünkü anlatıcımız çocukluk yıllarını hatırlayan yetişkin bir adam. Kimi eş zamanlı kullanımlarda çocuk dilini kullanabilirdim ama onu yapmak istemedim. Çünkü çocuklar hiçbir şey bilmez, anlamaz diye inanıyoruz. Bence çocuklar her şeyi bilir, her şeyi anlarlar sadece yetişkinlerin dili yoktur onlarda. O ifade biçimleri o kavramlar o kelimeleri kullanmazlar. Henüz o bildikleri, anladıkları şeyi kelimelere dökme biçimleri yetişkinler gibi değildir. Fakat yoksulluğu da, açlığı da, yalnızlığı da, hayatın diğer zorluklarını da en az yetişkinler kadar derinden hissederler. Öyleyse onu neden çocuk diliyle konuşturayım ki.
Çağlayan ÇEVİK
ccevik@hurriyet.com.tr