Güncelleme Tarihi:
Can Gürses, 1989 doğumlu. Liseden Cervantes, Oğuz Atay ve Bulgakov üzerinden ironi-yazar-toplum ilişkisini tartıştığı bir tezle mezun olmuş, İngiltere’de edebiyat ve sinema üzerine eğitim görmüş, İskoçya’da yüksek lisansını tamamlayıp Türkiye’de dersler vermiş, ‘Bir+Bir’ dergisinde yazılar yazmış, çeviri eserleri yayımlanmış, bu arada üç de çocuk romanı kaleme almış.
Romanın başında yer alan ‘Yazarın Önsözü’, hem romana dair ipuçları veriyor, hem de okumaya kışkırtan bir merak uyandırıyor: “Bir Mahur’dan, bir Nafiz’den dinleyeceksin öykülerini. Mahur daha bir dünyevi olduğundan onu diğer kahramanların da konuştuğu yerden, dünyadan, düz fontla işiteceksin. Nafiz bir münzevi. Evinden hiç çıkmayan Nafiz’in sözleri yatık ve ağdalı italik fontla çalınacak kulağına.”
Roman 10 günü anlatıyor 10 bölümde. Her gün bir 10 yıl değerinde ve değişmeyen bir aşkın fonunda değişen İstanbul, toplum, siyaset ve kültür… ‘1. Gün veya 1930’lar’ bölümüyle başlayıp, ‘10. Gün veya 2020’ler’le bitiyor. Yazarın hem dile, hem de tarihsel arka plana çok özen gösterdiği anlaşılıyor hemen. Çok katmanlı bir yapı var romanda, her katmanında kendinize ve bu ülkeye dair bir şeyler bulup sorgulayacağınız, düşlerin ve gerçekliğin birbirlerini üreterek derinlere doğru sürükleyeceği, şiirlerin ve şarkıların eşlik ettiği bir tarihsel yolculuk…
Bir ekim gecesi, 1932’de Nafiz’in odasında ve Nafiz’in zihninde açılıyor roman, tutkulu bir aşkın zamana meydan okuduğu, hatta geçen zamanla daha da nasıl güçlendiğini dinliyoruz önce. Nafiz’in Mahur’dan ayrı kaldığı, kendisine göre beş asırmış gibi gelen beş yılın ardından, bir gece yarısı Mahur kapısında belirir. Nafiz’in zihninden geçen onca romantik ve tutkulu söze rağmen, Mahur’u karşısında görünce, sonradan söylediğine pişman olduğu şu sözler dökülür dilinden: “Ne arıyorsun buralarda?” Mahur “Uyuyamadım, geçerken uğradım” dese de içinden verdiği asıl yanıt, romanın da adı olacaktır: “Ölüyordum, geçerken uğradım.” Nafiz’le Mahur’un arasındaki bağı ve tutkuyu yansıtan bir sözdür bu, Mahur’a göre Nafiz ölümdür, “Ve ben ölümüm olmadan yaşayamıyordum” diye düşünür Mahur.Akışkan ve yüzeysel aşklardan yakınılan bir zamanda, derin ve değişmez bir aşkı böylesine içeriden duyup hisseden cümlelerin akışı bir girdap gibi okuru romanın içerisine çekerken, Seyyan Hanım’dan ‘Çok Uzakta Biri Var’ şarkısının eşlik etmesiyle 1932’nin ruhu içinize kaçıyor artık: “Nerdesin kaç ilkbahar geçti/Ömrüm sevginle doldu…” Her bölümde, sahneye uygun olarak şarkıların eşlik etmesi, hatta okurken o şarkıyı bulup dinlemeniz, anlatılan duyguyu daha derinden hissederek romanın açtığı zaman koridorundaki yolculuğu da kolaylaştıracaktır.
Bu arada, 1930’ların siyasal ve toplumsal hadiseleri de arka planda akmaktadır: Mustafa Kemal’in ‘Onuncu Yıl Nutku’, işten atılan Darülfünun’un öğretim görevlileri, TOMA rolünde itfaiye araçlarından öğrencilerin üzerine sıkılan su… Bütün bu hadiseler, günümüze kadar değişen ve değişmeyen yönleriyle ironik bir biçimde aktarılırken, efsanevi âşıklar Bonne ve Clyde’ın o yıllarda cinayetler işlediğini, Nâzım Hikmet’in hapis cezasına çarptırıldığını, Trakya Pogromu gibi olayların yaşandığını da hatırlatmış oluyor yazar. Bir yandan o yıllardaki Beyoğlu’nda dolaşıp alışveriş yapıyor, tıklım tıkış Markiz’de oturup dergilerin birinde Suat Derviş’in makalesini de okuyabiliyorsunuz. Bütün bu tarihsel arka plan, Mahur’un ve Nafiz’in bakış açısıyla eleştirel bir süzgeçten geçiyor, doğrudan ve dolaylı yapılan siyasi yorumlar bir Türkiye okumasına dönüşüyor. Bu Türkiye okuması içine sanat eleştirisi de dahil. Nafiz şöyle diyor örneğin: “Akımlar devri bitti. Önümüzde sonsuz bir modernizm var. Sanatı yok edinceye kadar sürecek sanat.”
BÜLENT USTA
ÖLÜYORDUM, GEÇERKEN UĞRADIM
Can Gürses
Ayrıntı Yayınları, 2017
480 sayfa, 33 TL.