Güncelleme Tarihi:
Bir filme fragmanına göre şans verenlerdenseniz, biraz hayalgücü, işte size 30 saniyelik yeni Karl Ove romanı, ‘Bahar Yağmurları’nın ‘fantastik’ fragmanı: İsmi ‘beat’ kuşağının kendisi olmuş Jack Kerouac’ın Amerikalı değil de Norveçli olduğunu ve başyapıtı ‘Yolda’yı, 1988 yazında, aç, susuz ve parasız Kuzey yollarında yazdığını hayal edin. Üzerine: George Orwell’in “Neden Yazıyorum?” başlığında topladığı yazarlığa ve yazmaya dair fikirlerini dört bir yanına yağmurun yağdığı, güneşin vurduğu Norveç’in liman kenti Bergen’de kağıda döktüğünü düşünün. Şimdi de bu iki ismin, bir balıkçı barında aşık olduğu Norveçli kızların ardından viskiler yuvarlayan Bukowski’yle karşılaştıklarını düşünün. Arka masalarında oturan uzun beyaz saçlı genç delikanlısınınsa Karl Ove’dan başkası olmadığını…
‘Bahar Yağmurları’, Kavgam serisinin beşinci kitabı. İsim, tüm seriyi yazıda bahsetmeye değer bir titizlik ve heyecanla Türkçeye çeviren Monokl Yayınları’nın tercihi. Orijinal alt başlık, ‘Bazı Yağmurlar Mutlaka Yağmalı’ (Some Rains Must Fall). Söz konusu Karl Ove’sa, bir ‘bahar kokusu’ndan çok ‘bahar korkusu’ndan bahsedilebilir ancak. Hayatının ‘başka türlü’ bir evresinde, baharında olan Karl Ove ile tanışıyoruz bu sefer. Uzun bir yolculuğun ardından ‘Yazarlık Akademisi’ne katılmak için Bergen’e varıyor, burada ‘yazar’ kimliğini, kelimelerini ve kalbini keşfediyor. Huzursuzluğun, kaygının ve bilinmezliğin korkusunu bir ‘bahar yağmuru’ serinliğinde aktarmayı deniyor. Kendisini sanki dünya yüzeyindeki son kişiymiş gibi boş ve yalnız hissettiren sanki o değilmiş gibi.
Aynı zamanda Karl Ove’un yazar kimliğine ve edebiyatına dair en fazla ipucu içeren kitabı bu. Kariyeri, ‘uluslararası edebiyat fenomeni’ gibi fiyakalı yakıştırmalarla süslenecek bir yazarın yazarlığına dair, ancak bir filmin DVD ekstralarında ‘Behind The Scenes’ / ‘The Making Of’ gibi başlıkların altında rastlayabileceğiniz, ham malzemelere ve duygulara erişmenin verdiği ayrıcalık paha biçilemez.
Yazarlık Akademesi’nde, yaşadığı binada tanıştığı kişiler, kurduğu ilişkiler üzerinden Karl Ove kendisini tanımlamaya çalışıyor, biz de ‘yazar’ Karl Ove’u tanımaya… Barda tanıştıklarına roman tarzını Hamsun ile Bukowski arası diye tanımlıyor. Hamsun’un Açlık’ı sayesinde romanda zaman değişimini keşfediyor mesela. Yazmanın ‘büyücülük’ olmadığını, tek yapılması gerekenin, tıpkı Hamsun gibi, bir fikir bulup çıkarmak gerektiğini kavrıyor, üzerinde kavratıyor. Ucuz edebiyatla yüksek edebiyat arasındaki farkın kitapta değil okurda bittiğini hatırlatıyor. ‘Kitabın kendisi’ diye bir şey zaten yok. James Joyce ile Donald Duck arasındaki farksa tamamen göreceli.
Karl Ove’in ‘olmak ve ‘dönüşmek’ sancısı/ağrısı çok tanıdık. Sadece hayatını (ve hatta kariyerini, geçimini) kelimeleriyle inşa edenlere değil, bir noktada tıkandığını ve ancak kendisini yeniden keşfedebilirse ilerleyebileceğini fark eden herkese aşina gelecek bir his bu. Katıksız ve kemiksiz bir şekilde cümle formuna dönüştürerek paylaştığı her korku/endişe/sevinç, okur için bir tür ‘doğal ışık’. Serinin bu kitabını insanın kalbiyle nasıl konuşması gerektiğine dair bir tür kılavuz olarak okumak da mümkün.
Arada umut da kendini gösteriyor, oyuncu kadrosunda adı gözükmemesine rağmen filmin en beklemedik sahnesinde endamını gösteren meşhur bir Hollywood yıldızı tadında, kendi kimliğinde. (Jargon diliyle, parantez içinde: “Cameo”) Bir anlığına - otuz saniyeliğine de olsa - önüne çıkan tüm engelleri aşabileceğI ve yapabileceklerinin sınırsız olduğu duygusuna kapılıverebiliyor. Geldiği gibi siliniyor. Karl Ove gibi, siz de geri getirmeye uğraşıyorsunuz, uyandıktan sonra hatırlamaya çalıştığınız, avucunuzdan kayan düşler gibi.
588 sayfalık romandan geriye kalan his, insanın, aç olmadığı halde, derinden hissettiği bir mide ağrısı gibi. Karl Ove’un tabiriyle, “yemeğe değil de başka her şeye duyulan bir açlık” bu. İnsana iyi gelen, diri tutan, kalpten çıkan ve yine kalbe dokunan bir açlık. Yok saymamak elde değil.
Çünkü, Karl Ove’un dediği gibi:
“Kalp her zaman haklıdır
Kalp yanılmaz
Kalp hiç ama hiç yanılmaz”