Güncelleme Tarihi:
‘Osmanlı Cadısı’nın ardından yazdığınız ilk roman, ‘Ahtapotun Rüyası. Arada ‘Gerçekler Kırıldı’ adlı öykü kitabınız yayımlandı. Bu romanın çıkış noktası neydi sizin için?
Uzun zamandır bağımlılık üzerine bir roman yazmak istiyordum. Bağımlılığı çoğu zaman sadece alkol, uyuşturucu, sigara gibi maddeler üzerinden tanımlıyoruz, aslında çoğumuzun farklı düzeyde bağımlılıkları var. Bir insana bağımlı olabiliyoruz, beğenilmeye, kazanma duygusuna, sosyal medyaya bağımlı olabiliyoruz. Bizi sömüren ya da bize zarar veren insanlardan ayrılamıyoruz, kötü hissettiğimiz ortamlardan kopamıyoruz, bu bağımlılıklar farkında olsak da olmasak da hayatımızı derinden etkiliyor. Bu konuya kafa yorduğum günlerde, aynı zamanda Türk mitolojisinin zenginliğini yansıtan, Dede Korkut hikâyeleriyle ilintili bir kitap yazmak için de heyecan duyuyordum. İki duygu ve düşünce buluşunca ‘Ahtapotun Rüyası’ ortaya çıktı.
Roman bir yandan günümüzde, bir yandan da tamamen hayali bir âlemde, ‘Ölüler Diyarı’nda geçiyor. Bu iki dünyayı sağlam bir kurguyla birbirine bağlıyorsunuz. Fantastik romanı bir adım öteye taşıdığınız söylenebilir mi?
Yazdığım bütün fantazya veya bilimkurgu romanlarında, o kitapları yazarken zihnimi kurcalayan, yüreğimi acıtan konuları işledim. Benim gözümde fantastik roman kaçış edebiyatı değil, gerçek dünyaya dair dertlerimi, mutluluklarımı, korkularımı hayallerimle buluşturabildiğim, metaforların evrensel diliyle anlatabildiğim renkli bir dünya. Bu kitapta Dede Korkut’tan Şahmeran’a, Gulyabani’den Zümrüdüanka’ya, bu toprakların hayal gücüne resmi geçit yaptırabilmek de benim için heyecan vericiydi.
Kitapta Dağkuşu’nun kurtuluşu kısmen birbirini tekrar etmeyen hikâyeler anlatabilmesine bağlı. Fantastik türde hikâye anlatıcılığının sınırları sizce daha mı geniş?
Dağkuşu’nun Gulyabani’yle her karşılaşmasında ona farklı ve ilgi çekici bir öykü anlatmak zorunda olması, ‘1001 Gece Masalları’na bir gönderme. ‘1001 Gece Masalları’nda Şehrazat da hayatta kalmak için her gece yeni bir hikâye anlatmak zorundadır. ‘Ahtapotun Rüyası’nda hem Türk mitolojisine hem de bu topraklarda iz bırakmış farklı kültürlerin hayal gücüne pek çok gönderme var. Fantastik tür elbette yazara çok geniş bir oyun alanı sunuyor, kendi dünyanızı yaratıp bu dünyanın kurallarını kendiniz belirleyebiliyorsunuz. Fakat tutarlı ve inandırıcı bir dünya tasarlamak için hayal gücü yetmiyor, öncelikle gerçek dünyayı çok iyi tanımak, detaylı bir çalışma yapmak gerekiyor. Özgün ve inandırıcı fantastik hayvanlar kurgulayabilmek için dünyamızdaki sıradışı hayvanlarla ilgili sayısız kaynağı inceliyorum. Var olmayan ülkeler hakkında yazabilmek için gerçek dünyanın tarihini, coğrafyasını, farklı kültürlerini derinlemesine inceliyorum.
Ölüler Diyarı’nın başkahramanı güçlü, kolay vazgeçmeyen bir kadın. Aynı zamanda mitolojik duraklardan geçen de o... Savaşçı bir kadın karakteri yaratma fikri nereden doğdu?
‘Şamanlar Diyarı’ isimli üç kitaptan oluşan fantastik roman serimde de birçok güçlü ve cesur kadın vardı. Kahramanlık ya da cesaret erkeklerin tekelinde değil. ‘Ahtapotun Rüyası’nda gerçek dünyada Hasan’ın, ölüler diyarında ise Dağkuşu’nun yolculuğuna eşlik ediyoruz. İki ana karakterimden birinin erkek, birinin kadın olmasını istedim, yarattığım yeni dünyaya farklı bakış açıları katmayı düşledim. Gene de sanırım şu an beş yaşında olan kızım doğduktan sonra kitaplarımda kadın karakterlerin sayısı ve ağırlığı eskisinden de fazla olmaya başladı.
Hasan’ın psikolojik hapsolmuşluğuyla Dağkuşu’nun mekânsal hapsolmuşluğu kitabın çarpıcı taraflarından. İkisini de farklı şekillerde kurtarmaya giriştiğinizi söyleyebilir miyiz?
Hasan ve Dağkuşu farklı sebeplerle ve farklı şekillerde kaybolmuş iki yalnız ruh. Yolculukları hem birbirlerini hem de kendilerini bulmalarını sağlıyor. İkisinin de farkında olmadıkları bağımlılıkları var ve bu bağımlılıklar onları felakete sürüklüyor. İnsanların böyle durumlarda onlara güç verecek dostlara ihtiyacı olur. Kendimizle barışmak, zaaflarımızı ve hatalarımızı kabullenmek kolay değil. Ama birbirimize destek olarak ayakta durmayı ve içimizdeki iyiyi ortaya çıkarmayı başarabiliriz. Bu kitap biraz da insanları birbirine el uzatmaya davet ediyor.
Bağlı olmakla bağımlı olmak arasındaki ilişkiyi irdelediğiniz de bir roman bu. Sizce aradaki çizgi nerede?
Şayet hayatımızı olumsuz etkilediği, bizi kötü hissettirdiği halde bir insandan, bir ortamdan kopamıyorsak, bir maddeyi tüketmekten ya da belli bir davranışı yapmaktan kendimizi alıkoyamıyorsak, bunun adı sevgi ya da bağlılık değil bağımlılıktır. Bilgisayar oyunlarından sosyal medyaya, bize ruhsal ya da fiziksel zarar veren bir sevgiliden ihtiyacımız olmadığı halde alışveriş yapma dürtüsüne kadar bağımlılığın pek çok şekli var. Çoğu zaman bunları zararsız alışkanlıklar ya da aşk, tutku gibi olumlu duygularla karıştırıyoruz veya onlardan vazgeçemeyeceğimizi, yeterince güçlü olmadığımızı düşünüp bilinçli olarak bahaneler üretiyoruz. Bağımlı olduğumuz şeyler bizi bir ahtapotun kolları gibi gün geçtikçe daha fazla sarıyor. Nefessiz kalmadan önce içimizdeki ve dışımızdaki bu ahtapotları keşfedip onlarla savaşmamız gerek. Böylece yapışkan vantuzlardan kurtulabilir, engin denizlere yüzecek özgürlüğe kavuşabiliriz.
AHTAPOTUN RÃœYASIÂ Â
Barış Müstecaplıoğlu
DoÄŸan Kitap, 2021
224 sayfa, 38 TL.
Â
Â
Â