Güncelleme Tarihi:
Bâki Hoca’yı (Abdülbâki Gölpınarlı) yakından tanıyanlar, onun tatlı gazabına mutlaka uğramış, kimi alınganlıklarına şahit olmuşlardır. Coşkulu konuşması, bir âlimin neşvesini dostlarıyla bölüşmesi gibiydi. Yakın çevresi, onu sevenler, sayanlar isteklerini emir telakki eder, anında yerine getirirlerdi. O da bunu bilir, öyle davranırdı.
Örneğin geleceğini önceden bildirmezdi. O geldiğinde, insanların onun çevresinde bir hale oluşturacağını bilirdi. Hep öyle olmuştu.
Bir sonbahar günü Altın Kitaplar Yayınevi’nde yeni yayımlayacağımız bir kitaba dalmışken, birdenbire onun sesini duydum. Hemen işimi bırakıp hazırlığımı yaptım. Bir hışımla içeri girip yanıma yaklaşarak ama tebessümü de ihmal etmeyerek: “Bu kitabı hemen basın!” dedi. Bu bir emir veya teklif değil, lütuftu hem onun hem de bizim için... Körüklü çantasından dosyayı çıkardı, bana verdi. Baki Hoca, ‘Yunus Emre’ kitabını bize getirmişti. Yöneticilik yaptığım yayınevini yüceltecek bir kitaptı.
Bâki Hoca’yı hemen yayınevinin sahiplerinden, sevgili Dr. Turhan Bozkurt ile tanıştırdım. Doktor da kitap için teşekkür ederek girdi söze...
Bâki Hoca, “Bu kitabı siz basacaksınız” dedikten sonra, yayın tarihini, telif ücretini, baskı adedini sormadı bile. Hemen çalışmaya başlayacağımızı bilirdi. Öyle de yaptık. Kapağı sanatçımız Oral Orhon yapacaktı...
Bir zamanlar Yunus Emre’nin nereli olduğu, gerçek mezarının nerede olduğu veya türbesinin nerede olması gerektiği konusunda tartışmalar vardı. Kimileri adresi Konya olarak verirken Bâki Hoca gibi âlimler de Eskişehir’de ısrar ediyorlardı. Bir gün akademisyenlerle beraber İstanbul’dan Eskişehir’e, trenle giderken konu dönüp dolaşıp Eskişehir Konya meselesine geliyor. “Yahu” diyor, “pencereden gelen gül kokuları en büyük delildir. Daha neyi tartışıyorsunuz?”
Bu anekdottan yola çıkarak kapakta kırmızı bir gül kullanmıştık. Bâki Hoca da çok beğenmişti kapağı.
Kitabın bize ulaşma serüveni ise, yazının başında sözünü ettiğim haklı alınganlıklardan biri sebebiyledir. Bâki Hoca’nın yayıncısı, Altın Kitaplar’la çok yakındı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti binasının altındaydı. Altın Kitaplar Yayınevi ise İstanbul Erkek Lisesi’nin karşısındaydı. Bâki Hoca, kitabı söz verdiği yayınevine getirmiş. İçeri girdiğinde sekreter, patronun meşgul olduğunu, biraz beklemesini söylemiş. Bâki Hoca’yı bekletmek! Böyle bir söz duyulmamıştı. Bâki Hoca bağırarak, “Gidiyorum ve kitabı da başka bir yere götürüyorum” demiş ve bize gelmiş.
Altın Kitaplar’da daha sonra, Bâki Hoca’nın hazırladığı Şeyh Galip’in ‘Hüsn ü Aşk’ını da yayımlamıştık. Yazıyı kaleme alırken, kitaplığımdan o kitabı çıkardım. Şöyle imzalamış:
“Doğan Hızlan’a.
Bende-i bendegânı Mevlânâ.”
Hocamı rahmetle anıyorum.