Güncelleme Tarihi:
Proje nasıl ortaya çıktı, yollarınız nasıl kesişti diye başlayalım mı?
Ahmet Ümit: Biz Cengiz’le 2010’dan beri tanışıyoruz. Şehir kültürü ve sosyolojisini anlatan ‘Yaşadığın Şehir’ diye bir televizyon programı yapıyorduk. Cengiz bugüne kadar 150’den fazla belgesel yapmış. İnsanlar benim devrimcilik yıllarımı çok bilmez. Kendisi beni çok iyi bildiği için, “Abi senin hayatın acayip, belgeselini yapsak çok güzel olur” dedi. Biraz daha düşündüm ve ‘Daha ilginç bir fikir var’ dedim Cengiz’e. Yıllardır Türk komünistleri, Türk ilericileri ve devrimcileri 1920’de Türkiye Komünist Partisi kurulduğundan beri Moskova’ya gittiler ve orada Marksizm - Leninizm, ilericilik, devrimcilik eğitimi gördüler. Dünyanın her yerinden geliyorlardı Moskova’ya. Nâzım Hikmet, ilk 1921’de gitmişti. Sonra üç kere daha gidecekti. Ben de 1985 - 86 yıllarında gitmiştim. Gel bunu yapalım. Türkiye’den iki edebiyatçı, kesişen yolları var, birbirlerini hiçbir zaman görmediler ama biri birinin büyük ustası ve onun yolundan gitmeye çalışıyor. ‘Hem böylece 20. yüzyıl ve 21. yüzyılı da geri plana alırız’ dedim. Cengiz de “Çok iyi fikir” dedi, bu fikri aldı, geliştirdi ve filme dönüştürdü.
Cengiz Özkarabekir: Başta belgesel drama diye yola çıktık. Konu Nâzım Hikmet, Ahmet Ümit olunca duyan koştu yardım için, özellikle teknik anlamda destek için... Ana sponsorumuz netleşti. Çünkü maliyetli bir işti. Yazarken drama sahnelerin fazlalığını, ağırlığını gördük. Daha sonra işin drama yönü daha ağır bastı.
Destekler artınca drama yönünü artırdınız galiba...
Özkarabekir: Minik minik fotoğraflar kullanmakla birlikte iş tamamen dramadır, 99 dakikalık bir film. Farklı bir iş diyebilirim, drama belgeselin üstünde bir şey oldu. Mars Dağıtım da bunu sahiplendi, “Bunu vizyonda görmek isteriz” dediler. İş büyüdü.
Ümit: Büyük sürprizdi bu. Büyük bir dağıtım şirketi olarak belgesel nitelikli bir şeyi, bunun içinde Nâzım Hikmet, Ahmet Ümit varsa ben bunu sinemalarımıza rahatlıkla sokarım, dedi. Çok zordur bu.
Özkarabekir: Üstelik bir de Avrupa dağıtımcısı oldu. Altı ülkede vizyona giriyor. Şunu ifade etmem gerekir; bu film bir imece usulü, ortak akılla ve gerçekten müthiş bir yardım ve destekle ortaya çıkmıştır.
Yetkin Dikinciler, Nâzım’ı daha önce oynamış, iyi eleştiriler almıştı. Sizin de aklınıza ilk o mu geldi?
Özkarabekir: Ben ondan başka kimseyi düşünmedim.
Ümit: Yetkin daha önce de romanımdan uyarlanan ‘Sis ve Gece’ filminde Fahri diye bir devrimci karakteri oynamıştı. Birkaç yıl önce de Nâzım’ı anmak için Moskova’ya gittiğimde karşılaşmıştık. Yetkin projeyi duyar duymaz, “Varım” dedi.
Sizi (Ahmet Ümit) canlandıran Serkan Altıntaş da iyi, çok benziyor size. Onu nasıl belirlediniz?
Ümit: Cengiz çok genç oyuncu buldu. Onların arasından baktık, seçtik. Oyuncunun fiziksel olarak benzemesinden çok yetenekli olması bizim için kıymetliydi. Cengiz onlarla özel olarak ilgilendi, konuştu. Ben sonuçtan çok memnunum.
Devrimcilik yıllarınızı hep anlatırsınız ama sizin popülerliğinizde bir yazarın filmde kendini bu şekilde ortaya koyması iddialı. Hiç çekince yaşadınız mı?
Ümit: Anadolu’da bir deyim vardır, ‘Aslını inkâr eden haramzadedir’ diye. Benim ne olduğum belli. Geçmişimle gurur duyuyorum. Solculuğum gurur kaynaklarımdan biridir. Hayatta üç seyle övünürüm; biri aktif devrimcilik, solculuk dönemim, ikincisi yazarlığım ve üçüncüsü de torunum Rüzgâr! Ben buyum, şeref duyuyorum ve kendimi çok şanslı sayıyorum. Ahlaki olarak şanslı, zira doğru yerde bulundum. Yanlışlarımız, hatalarımız olmuştur ama bütün olarak doğru yerdeydim. Beni solcu yapan şey vicdan ve merhamettir. Merhamet beni aynı zamanda yazar yaptı. Bununla şeref duyarım ve insanların da bunu bilmesini isterim. Bu filmi yaptık, bilinçli yaptık. Geçen Cengiz’le konuşuyoruz; filmin eksiği olur, kusuru olur, her işin olur ama bu film namuslu bir film oldu. Çünkü hakikatleri kimseden, gelecek eleştirilerden korkmadan anlattık. Okurlarım zaten beni biliyor, herkes kim olduğumu biliyor. Bunu saklamak sahtekârlık olurdu. Ayrıca şöyle bir şey söyleyeyim; sol olmadan ne dünyada ne Türkiye’de demokrasi olmaz, mümkün değil. Bugün sol zayıfladığı için Amerika’yı görüyorsunuz, Rusya’yı, Türkiye’yi görüyorsunuz. Ama yeni bir dönem başlıyor. Şili’de şu an insanlar sokakta, dünyanın her yerinde insanlar sokakta. Mevcut sistemler, mevcut anlayışlar hiçbir çözüm bulamıyor. Mutlaka sola ihtiyaç var. Solun varlığı bile öteki partileri etkiliyor, eleştiriyor, onları dönüştürüyor. Bu çok önemli.
Filmin anlatıcısının Nâzım olması da iddialı. Böyle olmasına nasıl karar verdiniz?
Özkarabekir: İstedim ki Nâzım seyirciyle konuşsun, irtibat kursun hatta yeri gelince espriler yapsın, bir nevi izleyici de Nâzım’la konuşsun. Yani iletişim kurulsun.
Ümit: Benim için biraz tereddütlüydü bu.
Evet, ‘Ahmet Ümit kendini Nâzım’la eş görüyor’ diye eleştiriler alabilirsiniz...
Ümit: Cengiz bunun çok iyi bir anlatım biçimi olduğunu söyledi. Nâzım’ın her şeyini Nâzım’ın gözünden anlatmak, bambaşka ve hiç yapılmamış bir şey. Bu noktada benim için önemli olan sanat. Nâzım benim ustam. Burada söyleyecek hiçbir şey yok, kendimi kıyaslamak gibi bir derdim de yok. Kimsenin kimseyi eş görmeye ihtiyacı yok. Hayatın kendisi yazarları alır, hak ettiği yer neresiyse oraya koyar. Kendinizi översiniz, yerin dibine sokarsınız. Bunun bir önemi yok. Asıl amacımız aslında bu filmin anlatmak istediği şey. İki yazar da siyasetten geliyorlar. Aynı siyasi hareketin içinde bulunuyorlar. Nâzım daha önce yazmaya karar veriyor. Fakat Moskova’ya gidince, özellikle Mayakovski’yle tanışınca Rusya’daki Ekim Devrimi kültürü onu derinden etkiliyor ve bugün, bütün Cumhuriyet tarihimiz boyunca şiirimizi etkileyecek o olağanüstü özgür söylemi buluyor. Bana gelince, ben orada yazar olmaya karar veriyorum. Benim düşüncem şudur, Cengiz’in de öyle; önemli olan, sanatın siyasetten de diğer her şeyden de daha büyük bir iletişim aracı, daha özgürleştirici, daha iyileştirici olduğunu anlatmak. Amacımız buydu.
Özkarabekir: Film aslında politik bir film. Ama filmin finali aslında o kadar iyi anlatıyor ki her şeyi. Benim orada dikkatimi çeken bir yer var: “Bütün devrimlerin önünü açan tek lokomotif kültürdür. Kültür değişmezse dünya değişmez” diye. O kadar güzel koymuş ki Ahmet Abi onu oraya. Aslında filmin özü de burada. Biz sanatın kurtarıcı yanını, iyileştirici tarafını anlattık. O anlamda ben çok önemsiyorum. Bir de filmin içerisinde kodlar var, bunlardan birisi hasret. Umut, ciddi anlamda umut var. Eğer biz bunları verebildiysek kendi açımdan ne mutlu bana.
Ümit: Benim orada mutlu olduğum tek şey yazmaktı. Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Tolstoy, Dostoyevski, Gogol okuyorum, kütüphaneden çıkmıyorum, yazıyorum. O günlerde 25-26 yaşında yazar olmaya çalışan o genç adam bugün Türkiye’de en çok okunan yazarlardan biri olduysa, dünyada 28 farklı dilde 90’a yakın kitabı yayımlandıysa bunun nedenlerinden birisi Nâzım Hikmet’tir. Pek çok yazar var ama Nâzım Hikmet en yakın hissettiğimdir. Ve Cengiz’in söylediği özlem, hasret... O büyük hasreti orada içimde hissettim; vatan sevgisinin ne olduğunu... Bu film aslında Nâzım Hikmet’e, onun şahsında bütün o devrimci harekete bir saygı duruşudur. Ahmet Ümit’i boş ver. Ama maalesef Ahmet Ümit de bunları yaşadı, insanlar kusura bakmasın. 16 yaşındaydım bıçaklandım Antep’te. Polisler beni öldü diye bıraktılar. 19 yaşındaydım Bakırköy’de birkaç dakika önce kalktığım yerde bomba patladı, arkadaşlarım parçalandı. Bunların hiçbirini konuşmuyoruz. Tekrar söyleyelim; bu filmin amacı, Ahmet Ümit kendini Nâzım’la bir tutuyor, değil. Bunu anlatmanın yolu buydu, bunu yaptık. Çıkan sonuçtan da kendi adıma çok mutluyum. Bu film, tarihe bir not düşecek. İçimiz kıpır kıpır ve çok mutlu, gururluyuz.
Özkarabekir: İnsanların bu filmi izlemesini istiyorum. Şu anlamda: Film aslında 1920’den 1986’ya kadarki Türkiye’nin önemli bir dönemini anlatıyor. 70’ler-80’ler, o dönemde siyasi olarak itilen, işkence gören, dayak yiyen birçok insanın acısı hâlâ taze. Dolayısıyla o dönemi yakalamak isteyen, hasret duygusunu tekrar hissetmek isteyen insanlar bu filmi izlemeli. Bu tür filmler maalesef çok fazla çekilmiyor. Umarım diğer arkadaşlarımıza, film yönetmenlerine, belgeselcilere örnek olur.