Güncelleme Tarihi:
‘Kıl Payı’nın iyi kotarılmasında yazarı Stella Rimington’un konuya derinlemesine hâkimiyetinin payı var. Zira 1935 doğumlu Rimington, 1965 ile 1996 yılları arasında Britanya Gizli Servisi MI5’ta çalışmış ve hatta servisin ilk kadın başkanı olma unvanına ulaşmıştı. Emekli olduktan sonra, 2001’de, anılarını yayımladı. Daha sonra istihbarat servisleri hakkındaki deneyimine güvenerek -başrolünü Liz Carlyle karakterine verdiği- casusluk romanları üretimine başladı.
Liz Carlyle serisinin sekizinci kitabı ‘Kıl Payı’nda Liz Carlyle -tıpkı yazarı gibi- teşkilatın yöneticiliğine getirilmiş durumda ama kalbi hâlâ saha ajanlığında. CIA ajanı Miles Brookhaven’ın Yemen’in rüşvetçi ticaret bakanından sızdırdığı bilgilere göre büyük bir silah satışı gerçekleşmek üzere. Satışın yapılacağı yerin Avrupa’da bir kent olabileceğine ilişkin bilgiler Liz Carlyle ve MI5’taki Terörle Mücadele Birimi’ni alarma geçirir. Satışta aracılık eden kişi ise eski bir Fransız istihbarat ajanı, Antoine Milraud’dur.
ABD, İngiltere, Fransa, hatta Alman istihbarat teşkilatlarının Yemen, Paris, Londra ve Berlin’de sürdürdüğü insan avı sonuç vermeye başladığında ortaya çok daha vahim bir durum çıkar. İngiltere’ye sokulacak son teknolojiyle donanmış silahlar, ülkeyi kana bulamak için kullanılacaktır. İzler Liz Carlyle ve ekibini Manchester’a götürür, Liz’i ise derine gömülü geçmişine... Bu geçmiş, çaylak bir polisken kendisine destek çıkan dürüst polis dedektifi ve eski sevgilisi James McManus’la ilgilidir. Şimdilerin Manchester Özel Şube Müdür Yardımcısı McManus, bölgesindeki uyuşturucu ve fuhuş trafiğini engellemekte pek de başarılı olmamıştır. Liz, bu trafiğe silah ticaretinin de eklenebileceği şüphesine kapılacak ve bütün istihbarat teşkilatları muhtemel bir faciayı engelleyebilmek için Manchester’a odaklanacaktır...
HIZLI, HEYECANLI VE İDEOLOJİK
11 Eylül 2002’deki saldırılardan sonra kaleme aldığım yazıda ‘Biz bu romanı okumamış mıydık?’ başlığını kullanmış ve özetle şunları söylemiştim: “11 Eylül’de gözlerimiz önünde yıkılan İkiz Kuleler değil CIA efsanesiydi aslında; New York’taki saldırının ilk akla getirdiği sorular, bütün dünyayı kontrolünde tuttuğu rivayet olunan CIA gibi güçlü bir uluslararası istihbarat örgütünün saldırıdan habersiz kalmasına ve saldırının kaynağını tespit edememesine yöneliverdi. Sinema ve TV filmlerinde uzun yıllar boyunca CIA ajanlarının olağanüstü maceralarına maruz kalan izleyiciler için bu kanlı tablo CIA efsanesi adına büyük bir fiyasko, onarılması güç bir prestij kaybıydı. Sadece CIA için değil -üçüncü dünya söz konusu olduğunda- onun yan kuruluşu gibi çalışan İngiliz, Fransız, İsrail ve diğer ülke istihbarat servisleri de sağırlaşmış, toplumsal paranoyaların bu denli yaygınlaştığı bir dönemde güvenlik duygusu paramparça olmuştu. Peki neredeydi o eski casuslar? Dünyayı, kâinatı kurtaran o adamlara ne olmuştu? Neden duymamıştık ‘Benim adım Bond, James Bond’ repliğini?”
Yazımı şöyle bitirmiştim: “68 Baharı’ndan sonra giderek gözden düşen, Sovyetler’in dağılışından sonra maddi temeli kalmayan Soğuk Savaş ürünü anti-komünist metinlerin yerini, teröristler ve İslami örgütlerle çeşitlenmiş, her tarafından ‘Şarkiyatçılık’ akan romanların dolduracağı bir süreç başlıyor...”
Gerçekten de 11 Eylül’den bu yana kültür endüstrisi binlerce kişinin hayatını kaybettiği bu saldırıları nakde çevirmesini becerdi; gerek sinemada gerek TV dizilerinde ve gerekse de casusluk edebiyatında İslami terör örgütleri üzerine kurulu çok ama çok sayıda casusluk anlatısı üretildi. Bir zamanlar komünizmle ideolojik mücadelenin özel bir alanı olan bu türden anlatılar, şimdilerde ‘Batı’nın ‘yüksek’ değerlerini överken kötü, kaba, katil ve kara olanları yok etmenin meşruiyetini sağlamanın ideolojik aygıtlarına dönüşüyor.
Ernest Mandel’e göre casus romanının kurgusu, genel olarak düşmanın gizli planının, düşmanın kendi kampında bizim tarafın başarılı bir karşı harekâtı sonucu düşmana karşı dönüştürülmesine dayanır. İşin macera yanının ağır bastığı ‘ucuz’larında usta casus, daha güçlü fizik kapasitesi, üstün teknoloji ve keskin zekâsıyla mücadeleden galip ayrılır (bu aynı zamanda insanlığın zaferidir). Böyle bir hikâyenin boşlukları da ideolojilerle doldurulmuştur.
Klasik dedektif romanlarının aksine klasik casusluk romanlarında iyiler ve kötüler bellidir. Zaman zaman içimize sızan casusun kimliğinin açığa çıkartılması hikâyenin asıl konusu gibi gözükse de aslında o, kimliği ne olursa olsun karşı tarafın, yani kötünün adamıdır. Teker teker yazarları bir Haçlı Seferi içerisinde olmakla suçlamak anlamsız. Bu, genel ideolojinin edebi üretimin içine masumane bir biçimde sızmasıyla özetlenebilir.
Stella Rimington, İngiltere İstihbaratı’nda en yüksek mevkilerde görev yapmış, İngiltere’nin -genelde küreselleşmenin- Soğuk Savaş’ın yerine ikame ettiği politikaları hayata geçirmek konusunda birinci elden sorumlu ve deneyimli bir yazar olarak, doğrusu ne yaptığını iyi biliyor. ‘Kıl Payı’nı sığ bir Doğu-Batı çatışmasına indirgememiş elbette. Çok daha incelikli, operasyon süreçlerine nüfuz eden, bu mücadelenin aktörlerini çok daha iyi canlandıran ve aksiyonu -okuyucu beklentisini karşılayacak şekilde- öne çıkaran bir casusluk macerası kotarmış. Liz Carlyle’nin bir kadın olarak erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü teşkilatta karşılaştığı zorlukları hikâyesine dahil etmesini ise Stella Rimington’ın intikamı olarak yorumlayabiliriz.
KIL PAYI
Stella Rimington
Çeviren: Mehmet Gürsel
YKY, 2019
304 sayfa, 32 TL.