Güncelleme Tarihi:
‘Unutmalar Şehri’ ve ‘Bir Eylül Yarası’ adlı romanlarla okurların karşısına çıkan Cevat Turan, yeni romanı ‘Kibele’nin Laneti’nde bu kez bir seri katilin izini sürüyor. ‘İnsan neden öldürür?’ sorusunun peşine düşen Turan’la romanını konuştuk...
Daha önce siyasal arka planları ama polisiye tadı da olan iki romanınız yayınlanmıştı. ‘Kibele’nin Laneti’ daha yoğun tonlu bir polisiye diyebilir miyiz?
Romanın tamamında esas aranan kör nokta “İnsan neden öldürür?” sorusuna yanıttır. Bir seri cinayet varsa orada suç ve suçlunun olması da kaçınılmazdır. Suç ve suçlu varsa kaçan ve kovalayan gibi polisiyenin temel unsuru aksiyonda olacaktır. ‘Kibele’nin Laneti’ bir bütün olarak hepsini içermektedir. Fakat bu içeriksiz bir polisiye değil bir mantığa, mesaja ve öğreticiliğe dayanmaktadır. Roman bittiğinde okur şu soruyu sormalıdır? Ben şimdi buradan ne öğrendim? Bu kitabın ben de bıraktığı izler, duygu ve düşünceler nelerdir? Bu kitabı okumaya ayırdığım zamana değdi mi? Okuyanlardan aldığım geri dönüşler memnuniyet verici.
“Bir seri katilin romanı” diyorsunuz ancak, Türkiye’de pek seri katil yok diye biliyoruz. Aslında var da, biz mi farkında değiliz? Ya da aklımıza hep Amerikan tipi seri katiller geldiği için bizimkiler o yüzden mi seri katil sayılmıyor?
Bu topraklarda seri katiller var. Bulabildiğimiz 1910’larda bir terzi çırağı olan Hristo Anastadiyas, sonralarında ise çivici, bebek yüzlü vs. gibi lakaplarla anılan seri katiller. Fakat bizde seri katiller bir roman akımına dönüşecek kadar ne toplumun, ne de edebiyatçıların dikkatini çekmiş değil. Bir çoğuna münferit olaylar diye bakılmış.
Amerikan seri katillerinin işleniş gerekçelerindeki takıntı, çıkış noktası ile işlenme biçimleriyle buradakiler arasında büyük farklar olması normal. Farklı bir toplum, farklı kültür ve farklı değer yargılarına sahibiz. Biz daha feodal alt bilince ve değerle sahibiz. Öfkemiz de, kavgamız da hâlâ feodal. Orada eşcinselleri takıntı yapan bir katil modeliyle buradakinin öldürme gerekçeleri aynı değil elbette. Ancak katil karakterinin egosu, öfkesi, kişilik yapısı, empati yeteneğinin olmaması ve narsist kişilikleri benzerlik gösteriyor. Romandaki Mirza Hud karakteri işlediği bazı cinayetlerin başında ağlıyor mesela. Bunu bir vicdan muhasebesi olarak mı yoksa arınma olarak mı değerlendirmeliyiz? Yoksa hiçbiri mi?
Mirza Hud’un döktüğü ilk kan çocukluğundaki istismara dayanıyor. Bu anlamda tüm cinayetleri için sanki çok haklı bir zemini oluşuyor. Affedebilir miyiz, ne dersiniz?
‘Kibele’nin Laneti’ hakkında yazı kaleme alan bir eleştirmen şöyle demiş: “Yetişkinlerle- çocuklar arasındaki kadim akit bozulduğunda neler olabileceğini bize göstermiş yazar.” Ben de aynen katılıyorum. Bizim toplumumuzda her şeyimiz hızla kirleniyor. Ahlak, dürüstlük, hoş görü, yardımlaşma her iyi ve insani olanı tanımlarsanız hepsi çürüdü. Bundan en çok payı da çocuk istismarı aldı ve çocuklarla-yetişkinler arasındaki kadim akit yobaz yetişkinler tarafından daha çok bozuldu. Kapalı ve geri toplumların kaderinde bu var ne yazık ki. Tarikatlara, cemaatlere emanet edilen çocuklarımızın başına gelenleri hep birlikte görmüyor muyuz? Dünyayı ve ahlakı anlama biçimi olarak sadece kadın bedeni üzerinden düşünen, ona yasaklar getirmeye çalışan, günah denilen şeyin kendi vicdanında değil de kadının bedenin de arayan çağdışı zihniyetle daha çok işimiz var. Mirza Hud’un ilk cinayetlerdeki çıkış noktası olan çocuklukta kendisine yapılan istismarın, onun dünyasında nasıl bir travmaya ve iyiliğe olan inancın çöküşüne ayna tutmak gerekiyordu, bu roman da onu yaptı.
Romanın kahramanı her cinayetinde derin bir içsel sorgulama yapıyor. Kırsalda yaşayan ve iyi bir eğitim almadığını tahmin edebileceğimiz bir kişi için bazen oldukça derin çözümlemeleri bile var. Bu bir çelişki olarak görülür mü?
Siz Anadolu topraklarını derinliğine incelerseniz ne çok filozofi düşünme yetisine sahip insanlar olduğunu görürsünüz. Bunların bilgileri gelenekten gelir. Yazılmamış, okunmamış fakat yaşanmış olandan gelir. Kendinden öncekilerin birikimlerini alır ve kullanırlar. Romanı yazarken yola çıktığım gerçek katil karakteriyle görüştüğümde çok şaşırtıcı izlenimlerim oldu. Çünkü bu insanları kendileri değil koşullar eğitiyor. Bu her ne kadar klasik eğitim değilse de kendisini ve ailesini ayakta tutmaya yetecek kadar bilgeliğe ulaşıyorlar.
Her cinayet sonrası maktulün iç sesi bizimle konuşuyor. Bu da romanın güçlü yanlarından biri. Bu noktada esinlendiğiniz bir yazar oldu mu?
Türk romancılığında denenmemiş bir biçimi denedim. Bu okur tarafından sevildi ve olumlu karşılandı. 1926 - 2005 yılları arasında yaşayan İngiliz romancı John Fowles’in “Koleksiyoncu” romanında okuduğumda çok etkileyici bulmuştum bu biçimi. Ölen insanların ölüm esnasındaki duygularını bilebiliyor muyuz? Hep merak etmişimdir insan en son ne düşünüyor diye. Eğer hayatı ve ölümüyle ilgili bir an, kısa bir muhasebe yapması gerekseydi neyin muhasebesini yapardı? Özellikle cinayete kurban gidenlerin gözlerinde ne kadar çok birikmiş sorular vardır değil mi? Ben bu anlatım modeliyle onların gözlerindeki soruların yanıtlarını aradım ve okura aktardım.
Mirza Hud. Yani 8 kişinin katiliyle gerçek hayatta da görüşmüşsünüz. Öncelikle korkmadınız mı? Görüşmeye giderken bir endişe duydunuz mu?
Soğuk, karlı bir kış günüydü. Kasabadan uzak, oldukça yüksek bir yerdeydi evi. Evlerin damlarından sarkan iri donmuş buz sarkıtlar vardı. Diğer yandan da hafif bir kış güneşi evlerin çatılarındaki karlara vurdukça parıltılı bir görünüm ortaya çıkıyordu. Yerde kristalleşen kar, görüşmeden çıktıktan sonra gözümde daha bir buz kesti. Adam oldukça rahattı. Çok sıcak karşıladı ve cebinden çıkardığı bir bıçakla bana kendi elleriyle elma soydu, özenle dilimleyerek verdi. Sorduğum tüm soruları samimiyetle karşıladı. Hafızası çok güçlüydü. Geçmişini ve olayları bütün detaylarıyla anlatacak kadar canlıydı. Ona, “Öldürdüğünüz insanların gözlerinin içine hiç baktınız mı? Öldürdüklerin arasında sonradan üzüldüğün oldu mu?” gibi birçok soru sordum. Bana “Ben insanın bütün vücudunu tanırım. Nereden öleceğini, neresinden sakat kalacağını ve neresinden vurursam ne kadar yaşayacağını iyi bilirim” dedi. Yani karşımda insan anatomisini deneyimleyerek profesyonelce çözmüş birisi vardı. Ve tıpkı bilimsel kitaplarda tarif edilen narsist bir kişilikle karşı karşıyaydım.
Gerçek Mirza Hud, bu cinayetlerde hâlâ kendini haklı buluyor muydu? Sizin ona dair romana yansıttığınızın dışındaki tahliliniz nedir?
Romanı yazmadan önce psikiyatristlerin suçlular ve çoklu cinayet işlemeye yatkın kişiliklerin çözümlemelerini inceledim. Yeni kuşak Amerikan edebiyatının yazarlarından David Foster Wallace’in ‘İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler’ kitabını okuduğumda kafam netleşmişti. Coğrafi ve kültürel farklılıklar olsa da katil kişilikler her yerde aynıydı. Onlar her cinayet karşısında kendilerini çok net haklı buluyorlardı. Ayrıca Mirza Hud’a cinayet işleten duygulardan biri de korkudur. Korku kontrol edilemezse insanı kontrolden çıkartan bir kimyasal değişimdir insan bedeninde. Bu nedenle korku nedir sorusuna yanıt bulmak için Norveçli yazar Lars.Fr.H. Svendsen’in ‘Korkunun Felsefesi’ kitabını okudum. Örneğin ‘Kibele’nin Laneti’nde Mirza Hud, ölenleri öldürenin kendisi değil, ölenlerin kendilerini ona kendilerinin öldürttüğünü anlatıyor. Ve ölenlere kızıyor ölümlerinde kendisini kullandıkları için.
Mirza Hud’un peşine bir komutan düşüyor. Kamer Komutan... Bu iki karakterin birbiriyle olan ilişkisi de ilginç. Sanki birbirlerine saygı da duyuyorlar. Neden?
Bazı hayatlarda ve ilişkilerde adı konulmayan duygular, öfkeler, davranışlar vardır. Saygı da öyle. Bilirsin, karşındaki suçludur ama suç ile saygı birbirinden farklı eylemlerdir. Kaçanla kovalayanın elinde ağzına mermi sürülmüş silahları olmasına rağmen birbirlerinin kişiliğini küçültecek davranışlara girmekten kaçınıyorlar. Belki de biri diğerinin duygularını zedelerse aralarındaki güç dengesi haksız bir şekilde bozulacaktır. Bu nedenle hile yapmıyorlar. Oyunu kişiliklerine yakışır bir şekilde sürdürüyorlar.
Tüm cinayetlerinin içinde Mirza Hud, sadece bir kişi için vicdanen rahatsızlık duyuyor. O da romanda ki söyleşi yapan gazeteci.. Bu cinayeti diğerlerinden onun için farklı kılan ne?
Çünkü genç gazeteciyi aslında öldürmek değil niyeti. Ama komutana olan öfkesi öylesine yüksek ki çocuğu öldürürken bıraktığı mesaj “Seni vicdanından vuracağım komutan” diyerek onu kurban olarak seçiyor.
Bir yazar olarak yerli ve yabancı etkilendiğiniz ve sevdiğiniz isimler kimler?
Yaşar Kemal’i okumaya doyamam. Sait Faik bizim büyük öykücümüz. Türk öykücülüğüne sınıf atlatmış biridir. Günümüz yazarlarından Orhan Pamuk’u, Hasan Ali Toptaş’ı severek okurum. Şairlerimiz elbette Nâzım’dan başlayarak ikinci yeni Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Oktay Rıfat ve tabi ki sevgili Ataol abimiz, Ataol Behramoğlu. Ayrıca küçük İskender’in şiirlerini de severim. Saymakla bitmez bu liste. Yabancılardan ise ben daha çok hâlâ klasikçiyim. Çehov, Dostoyevski, Kafka, Gonçarov, Gabriel Garcia Marquez, John Stainbeck ve niceleri.