Güncelleme Tarihi:
Joseph Vernet’nin izinden, onun yakaladığı ışığın peşinden giderek resim yapan bir ressamı canlandıran Gerard Depardieu şöyle diyordu: “Fransız olmak…Bir kimlikten fazlası….”
Yer küremizi ve nerede olursa olsun kendisini bir parça mâşerî insanlık vicdanıyla ilintilendiren herkesi sarsan âhir zaman olaylarının etkilenimiyle, aslında kökü çok derinlerde olan bir aidiyet problemini tartışan bir filmin içinden birkaç sözcük. Ne ilgisi var bir konserle dediniz değil mi? Kendini, müziğini, yaşadığı zamanın duygusal kırılmaları üzerinden tarif eden, dengeleyen bir rapçinin yaşadığı iç hesaplaşmayı ince ayarlı bir insanî çıkarıma dönüştürebilen bu dünyada hepimize, herkese ders çıkaracak, nasiplenecek çok şey var. İyi ki var. Filmi göreli çok oldu, ama konser taze. Geçen hafta sonuydu henüz.
En iyisi baştan anlatayım, üzerinden çok geçmeden. Gerçi gün geçtikçe külleneceğine, etkisi hafifleyen bir heyecandan, dozu artan bir duygusal coşkuya evriliyor ama işin bu öznel tarafı değil paylaşılmayı bekleyen. Coğrafyamızın bir ucundan diğer ucuna uzanan bir insanlık durumu. Hani “ortak paydada buluşmak” denir ya işte o. Düpedüz kendiyle yüzleşme, yaptığınız işin bir karşılığının, hem de beklemediğiniz bir karşılığının olduğunu gördüğünüz bir paylaşma hâli. Konser, repertuar vesile sadece. O bizim kendi sırça fanusumuzdaki değerli oyuncağımız. Aslolan yakaladığımız, o oyuncağı paylaşmanın yarattığı hâleti ruhiye.
Hakkâri’den gelen bir telefon. Karşıdaki ses bizden Ekim ayının sonlarında yapılacak bir festivalde, (burası çok önemli) istediğimiz bir repertuarla Osmanlı müziği icra etmemizi istiyor. Arayan kişi Kültür Müdürü İdris Ağacanoğlu’ymuş, “Hakkari artık kültür, sanat, spor ve kitap ile gündeme gelen bir ilimiz. Hakkâri çok güzel bir şehir. Uzaktan bakıldığında belki görülmüyor olabilir ama biz Türkiye’de yaşayan tüm vatandaşlarımızın Hakkâri’nin gayet güvenli ve huzurlu, yaşanacak bir şehir olduğunu bilmesini istiyoruz” diyor. “Gelin ekibinizle Osmanlı müziğini burada icra edin.”
Bu kalın ses tonundaki ince kırılganlığı seziyorum, tanıyorum, ben de inceden mahcup oluyorum. Gerçi daha önceden bu talebin geleceğinden haberliyim, İstanbul Üniversitesi’ne bağlı Osmanlı Dönemi Müziği Uygulama Araştırma Merkezi OMAR’a katkı sağlayarak arşiv-envanter çalışmamızı destekleyen eski Kalkınma Bakanlığı’ndan dostlar vesile olmak istemiş, iletmiş durumdalar, ben de heyecanla “tabii ki” demişim zaten. Ama o an netleşen bu durum, OMAR İcra Heyeti’ndeki genç sanatkâr arkadaşlarımla hepimizi merak ve sorumlulukla karışık bir atmosfere sokmaya yetiyor bile. Şaka mı, hissetmişiz bize kucak açacak olan koca koca dağları.
Karşılıklı telefonlar, rutin işlemler, ağır bir repertuar ve provalar. Önce Meragalı Abdülkadir’e ithaf edilen az bilinen Uşşak Kâr. Ardından Hafız Post’tan Ali Ufkî’ye Hüseynî makamında eski zaman eserleri, 15-17. Yüzyıl arası klasik eserler. Sonra da Karciğar Köçekçe takımı, bunca zaman içini havalandırmadığı, coşku yaratmadığı kimseyi görmedim. Makamsal olarak karşılık bulacağından, hoşa gideceğinden eminim ama klâsik bölüm, - nasıl demeli- bünyeye ağır gelebilir. Neyse o da bizim sorumluluğumuz deyip, uzun provalardan sonra atlayıp bir sabah uçağına Hakkâri Yüksekova’ya iniyoruz. İndiğimiz andan dönüşümüze dek unutamayacağımız bir sıcaklık ve ağırlama, kadirbilir bir ilgi. Hele işin ikram kısmı -burayı hızlıca geçeceğim, çünkü tarif edemem- eski deyimle “ziyadesiyle mahzûz” oluyoruz.
İnsana kendini gerçekten âciz olduğunu hatırlatan dağların arasından geçerek havaalanından merkeze giderken, kalıplaşmış bir alışkanlıkla, bizi alanda karşılayan delikanlıya “giderken yanından geçtiğimiz önemli tarihi yapıları falan anlatır mısınız, hepimiz ilk kez geliyoruz da” diyorum. Sorumun cevapsız kaldığının farkında değilim; çıplak toprağın, kayaların ve haşmetli dağların, dar geçitlerin ve Zap suyunun yoğun çarpıcı bileşimi ile şaşkınız. “İşte” diyor bir ara, “Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından kalan, yıkık olduğu için devletin yeniden yaptırdığı tahta köprü.” Gösterirken devletin bu tamirinin ne denli yapıcı bir karşılık bulduğunu fark ediyoruz. Kontrol noktalarından geçerken kimlik soran gencecik askerlerin yüz ifadeleri, ağır yelekleri, silahları tarifte zorlandığım, minnet ve acımayla karışık bir duygu yaratıyor. Otele yaklaştığımızda güler yüzlü delikanlı inanılmaz çarpıcı bir humor duygusuyla “Hocam bizim tanıtacağımız şeyler bunlardı işte, ‘şu kontrol noktası’, ‘bu karakol’..”diyor. Kendi isteğimin münasebetsizliğine mi yanayım, çocuğun ince mizahına mı, bilemiyorum.