Güncelleme Tarihi:
Çeşitli mecralarda yayımlanan edebiyat eleştirileriyle de tanıdığımız yazar Okan Çil, yeni romanı ‘Üvey’de 1920’lerden günümüze uzanıyor ve Yunanistan-İzmir hattında üç kuşağın öyküsünü anlatıyor. Mekân, atmosfer ve dil zamanın ruhuna uygun bir şekilde dönüşürken belli dönemleri sembolize eden olaylar da hikâyeye başarılı bir şekilde yediriliyor.
‘Üvey’, üç farklı zaman diliminde geçiyor. Birinci bölüm; Cezmi’nin hikâyesine odaklanıyor. Doğduğu an öksüz kalan Cezmi, uzun süre kendisini bu durumdan mesul tutan babası ve çok sevdiği babaannesiyle birlikte Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmeye mecbur kalıyor. 1922’de yaşanan korkunç yangınla küle dönen İzmir’e ulaşmak için bindikleri gemiden baba ve oğul yalnız iniyor. Babaanne yadigârı iki saç örgüsü ise kitap boyunca etkileyici bir sembol olarak karşımıza çıkıyor.
Baba-oğul, İzmir’de hayata tutunma mücadelesi verirken Cezmi bir anda yapayalnız kalıyor. Karabağlar’ın manavı Karatekeli, onu bir ağacın dibinde baygın yatarken buluyor. Çocuk sahibi olamayan Karatekeli ve eşi Raziye Ana kendi evlatları gibi benimsiyorlar Cezmi’yi. Çok fazla düşük yaptığı için toplum tarafından dışlanan ve kendini uğursuz ilan eden Raziye Ana, “Bu çocuğun da sebebi olurum” korkusuyla hep uzak duruyor ondan. Derken Cezmi ağır bir hastalığa yakalanıyor ve iyileşene kadar başından ayrılmıyor Raziye Ana: “İşte o gece doğuruyor Raziye Ana kendi çocuğunu.” Bu cümleyi okurken tüyleri diken diken oluyor insanın; kadına yönelik toplumsal baskıyı çok iyi özetliyor. Sonrasında delikanlı Cezmi, evli bir kadın olan Gülşah’a âşık oluyor. Onurunu, haysiyetini, ailesini kaybetmek pahasına bu aşkın peşinden koşuyor ama uzaklara gitmek için çıktıkları bir tren yolculuğunda Gülşah ortadan kaybolunca hayat duruyor Cezmi için. Günlerce, aylarca bekliyor tren istasyonunda, belki gelir umuduyla...
İkinci bölümde Cezmi’nin oğlu İbrahim ile tanışıyoruz. Sağ-sol çatışmalarının şiddetle cereyan ettiği 70’lerde tek derdi çevresi tarafından kabul görmek ve Selma’nın kalbini kazanmak olan İbrahim’in dibe batışına ve düşe kalka da olsa yolunu bulma çabasına tanıklık ediyoruz. Üçüncü bölümde ise Suriye’den Türkiye’ye göç dalgasının giderek yayıldığı yakın geçmiş dönemde İbrahim’in oğlu Yiğit’in hikâyesi anlatılıyor. Yiğit, daha iyi bir hayat umuduyla farkında olmadan büyükbabasının başlattığı göç döngüsünü tamamlamaya çalışıyor.
Dramatize etmeden yoğun duygular yaşatan bir kitap ‘Üvey’. Okan Çil, ana karakterler kadar yan karakterleri de derinleştirmiş. Her biri kendi yolunda tutarlı bir şekilde ilerlerken hikâyeler doğal akışında çabasız bir şekilde kesişiyor birbiriyle, sarmalanıyor ve düğümleniyor kimi zaman. Cezmi’nin hayatını karartan Gülşah’ın bu noktaya nasıl geldiğini de Yiğit’e yol gösteren Suriyeli mültecinin hikâyesini de öğreniyor, kaderin onlar için çizdiği yola ortak oluyoruz. Karakterleri içselleştiriyor, yaşadıkları mekânı, zamanı, atmosferi onlarla birlikte deneyimliyoruz. Kitaptaki çatışmalar, sağlam temellere oturtulmuş. Harami ile yıllar sonra karşılaşan Cezmi’nin iç çatışması hem konu hem de anlatım itibariyle oldukça etkileyici... İzmir Karabağlar’ın zaman içindeki değişimi de romanın ana hatlarından birini oluşturuyor.
Okan Çil, akıcı bir dil kullanırken kara mizahın başarılı örneklerinden birine imza atmış. Savaşlar, göçler, eğitimsizlik ve yoksulluk içinde var olmaya çalışmış kuşakların hayal kırıklıklarına ve isyanlarına ortak oluyoruz ‘Üvey’de. Okan Çil, toplumun yıllar içindeki dönüşümünü estetik bir dille okurlara sunuyor. Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir kitap.