Güncelleme Tarihi:
1901 yılında Almanya’nın Stuttgart şehrinde orta sınıf Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fred
Uhlman, 1923’te hukuk bölümünden mezun oldu ve doktorasını da tamamladı. Hitler’in iktidara gelmesi üzerine 1933’te Paris’e taşındı ama yaşamı hiç kolay olmadı. Hayatını resim yaparak kazanıyordu. Eserleri beğenilmekle birlikte o günlerin koşullarında alıcı bulmak zordu. 1936’da İspanya’daki Costa Brava’da küçük bir balıkçı köyüne taşındı ama kısa süre sonra patlak veren İspanya İç Savaşı nedeniyle Paris’e döndü, oradan İngiltere’ye geçti. Ne yazık ki birkaç yıl sonra İkinci Dünya Savaşı başlayacak ve Uhlman’ın hayatı yeniden cehenneme dönecekti; Alman olması sebebiyle İngiliz hükümeti tarafından Man Adası’ndaki Hutchinson Kampı’nda hapsedildi. Savaş sonrası resim çalışmalarını sürdürdü ve kendisini bir ressam olarak kanıtladı.
Bir sergisi 1968’de Londra’daki Leighton House Müzesi’nde açıldı. Eserleri Cambridge’deki Fitzwilliam Müzesi ve Londra’daki Victoria & Albert Müzesi de dahil olmak üzere birçok önemli kamu galerisinde yer aldı. ‘Yeniden Birleşme’ adlı romanı 1971’de yayımlandı. İlk yayımlandığında neredeyse tamamen göz ardı edildiyse de, 1977’de Arthur Koestler’in giriş yazısıyla yeniden basıldığında eleştirmenlerden övgü aldı. 1 Nisan 1985’te Londra’da hayata veda etti.
SENELER, SENELER SONRA...
“1932 yılının Şubat’ında girdi hayatıma ve bir daha hiç çıkmadı. O günden bugüne çeyrek asırdan fazla zaman geçti, umutsuzca çalışıp çabalama hissiyle içi boşalmış, amaçsız ve insanı canından bezdiren dokuz binden fazla gün; çoğu ölü bir ağacın kuru yapraklarına benzeyen günler ve yıllar.”
Böyle bir girişten, hikâyenin bizi geçmişe doğru bir yolculuğa çıkaracağını anlıyoruz. Anlatıcı Hans, anlatı zamanında ABD’de yaşayan, ‘yüzeysel olarak’ her şeye sahip bir avukat. Yıllar önce gittiği Karl Alexander Gymnasium’dan gelen ve İkinci Dünya Savaşı’nda ölen oğlanlar için yapılacak anıta katkıda bulunmasını isteyen bir çağrı, ona olan biten her şeyi yeniden hatırlatıyor. Asıl hatırladığıysa bir yıl boyunca süren ama bütün hayatına damgasını vuran arkadaşı Konradin von Hohenfels...
Mektubun yarattığı çağrışımlarla 1932 yılının şubatına, Württemberg’in en meşhur okullarından Karl Alexander Gymnasium’undaki karşılaşma anına döneceğiz: Sınıf kapısından içeri giren yeni öğrenci -Konradin von Hohenfels- hem soylu ve zengin bir ailenin çocuğu hem de etkileyici ve yakışıklı bir genç. Bir hahamın torunu, Yahudi bir doktorun oğlu olan Hans Schwarz ise öğretmenlerinin ve arkadaşlarının ilgisini cezbetmeyen, vasat bir öğrenci. Ne var ki Konradin’in çekimine kapılan Schwarz, diğer öğrencilerin önüne geçmeyi başaracak ve aralarında bir dostluğun ilk tohumları atılacak.
İkisi de ilk arkadaşlarını bulmuşlardır. Naif bir tutkuyla bağlanırlar birbirlerine. Kâh sikke koleksiyonlarından dem vururlar, kâh -henüz yakınlaşamadıkları- kızlardan. Kimi zaman Tanrı’nın varlığı, kâinatın nasıl oluştuğu gibi derin konulara da dalarlar. Konuşmadıkları tek şey politikadır, Nazizm yükselişidir. Oysa Yahudiler için tehlike çanları çalmaya başlamıştır bile. Ne var ki Yahudilikle özel bir bağları olmayan Hans Schwarz ve ailesi kendilerinin Alman, Stuttgart’ın evleri olduğundan o kadar emindirler ki, ne iktidara yürüyen Hitler’den ne de yükselen Yahudi karşıtlığından çekinirler. Ama okuyucu olarak bizler -tarihe dayalı bilgiler eşliğinde- Konradin ve Hans arasındaki dostluğun çok uzun sürmeyeceğini hissederiz...
NAZİZİM YÜKSELİRKEN İKİ ERGENİN DOSTLUĞU...
Bu kısacık, olaysız, hatta iniş çıkışsız hikâyenin önce İngiltere’de, sonra Fransa’da umulanın ötesinde ilgi görmesinin nedenlerinden ilki -hiç şüphesiz- zarafetidir. Sade ama edebiyat tadını fazlasıyla veren şiirsel bir dili, ekonomik bir anlatımı var. Öyle ki hikâye boyunca duygusal bir sahneye ya da ifadeye neredeyse hiç rastlamıyoruz ama kitabın tamamı yoğun bir duygusal etki yaratıyor. Bunun yanı sıra, tarihsel ve politik arka planın hikâyeye hâkim olmasını engellemek için doğrudan siyasi tartışmalara açılacak meselelerden bilhassa imtina etmiş. Anlatıcı yapmak istediğini şöyle açıklıyor: “Fakat birlikte yaşadığımız hayatın bir parçası olarak bahsettiğim, bizimki gibi bir masumiyete kıymet biçmek değil niyetim. Temel ilgilerimizi, acılarımızı, sevinçlerimizi ve sorunlarımızı yeniden anlatarak, o günkü ruh halimizi olduğu gibi yakalayıp yeniden aktarmaya çalışıyorum yalnızca.”
Gençlerin o günkü ruh hali, içinde yaşadıkları çevreden, toplumdan, tarihten elbette soyutlanamaz. Onların hayatından bir kesiti 1930’ların sosyo-politik ve psikolojik atmosferine yerleştiren Uhlman, iki ergenin dostluğunu ve Nazizmin yükselişini bir araya getirerek işlemiş: “Bu iki temanın incelikli, yalın dokunuşlarla büyüleyici bir tarzda, berraklıkla anlatılması olağanüstü bir başarı.”
Söz konusu iki tema çok sayıda yan temalarla tahkim edilmiş. Böylelikle az sayfalı romanın hacmi giderek büyüyor. Mesela yükselen anti-semitizm ve bu ideolojinin toplumsal kabulü, eğitim kurumlarının işlevi, tarihin çarpıtılması, diğerlerine duyulan nefret ve ilgisizlik, tarihi anlatıların yalanlarla doldurulması, dini inanç ve kimlik, empati yoksunluğu, ‘evin’, ‘ülkenin’, ‘aidiyetin’ anlamı...
Bugün sıcaklığını koruyan pek çok meseleye temas eden ‘Kavuşmak’ kayıp duygusuyla yoğrulmuş, sarsıcı, çok yönlü ve iyi kurgulanmış bir roman. Bir yanıyla insan ruhunun zenginliğine ve farklılıkların önemine dikkat çekerken diğer yanıyla toplumun karanlık bir tasvirini, modern bir çağda bile olsa ayrımcılığa ve ırkçılığa ne kadar çabuk kayılabileceğini gösteriyor.
Kitabın önsözünü yazan Jean d’Ormesson’a göre “Fred Uhlman’ın kitabında muhteşem ve eşsiz olan, insanın rezilliğinin, aptallığının ve zalimliğinin, izzetinden ve dürüstlüğünden ayrı düşünülemeyeceğini göstermesidir. Kitap bizi kederle ve dehşetle doldurmasına rağmen son satırlarda umudu yeniden bahşediyor: Her zaman en kötüsü olacak değil; uğursuzların arasında her zaman iyi insanlar da vardır...”
Konradin von Hohenfels işte bu insanlardan biridir. Ölen oğlanlarla ilgili çağrı mektubu geldiğinde Hans Schwarz’ın ilk tepkisi hepsini çöp kutusuna atma isteği olur; “Onların ölümünü neden dert edineyim: Benim onlarla kesinlikle hiçbir alakam yoktu. Benim o tarafım hiç var olmamıştı. Hayatımın on yedi senesini ‘onlardan’ hiçbir şey istemeden kestirip atmıştım ama şimdi ‘onlar’ benim katkımı talep ediyorlardı!”
Ne var ki alfabetik listeye göz atmaktan kendini alamayacaktır -H harfini atlayarak. Arkadaşının akıbetini öğrenmekten korkmuştur. Ama sonra; “Küçük listeyi elime almış yırtmak üzereydim ki son anda kendimi tuttum. Güçlü olmaya çalışıp titreye titreye H harfini açtım...”
Schwarz’ın ne gördüğünü söyleyemem. Kitabın sonsözünden bir alıntıyla bitiriyorum: “Uhlman, Württemberg’de eğitim görmüştür ve başkahraman gibi o da Svabya’ya âşıktır ve aslında hep bir romantik olarak kaldığını söylemiştir. Genç bir avukat olarak 1933’te Almanya’yı terk edip bir daha asla dönmemiş, İngiltere’de ressamlık kariyerini sürdürdüğü bir hayat seçmiştir. Sürgündeki uzun yıllarına ve Güney Almanya yerine Galler’in manzaralarını resmetmesine karşın, öykünün son bölümleri, özellikle de son paragraf, gerçek memleketinin muğlak çağrısını fazlasıyla hissettirir. Yanan köprüleri yeniden kurmak mümkün müdür? Eski bir dostluğun hiç değilse bir parçasının hayatta kalması mümkün müdür?”