Güncelleme Tarihi:
Eğer elinize Stephen Crane’in (1871-1900) yazdığı bir roman, novella ya da öykü aldıysanız, sizi 19’uncu yüzyılın son çeyreği Amerikalısının savunucusu, cesur bir kurguyla çağdaşı yazarları şoke etmiş bir natüralist bekliyor demektir. Kitabın kapağını kaldırdığınızda hayatı en doğal haliyle kenar mahallelerde ve savaş meydanlarında yaşayan Crane’in aktardıklarıyla 20’nci yüzyıla girmek üzere olan Amerika’da geziye çıkıyorsunuzdur.
Natüralizm, Fransa’da Balzac’ın 1840’lardaki çalışmalarına dayanır. Bu edebi akım, Amerikalılar ‘Vahşi Batı’yla aralarına sınır koyup, büyük ekonomik ve sosyal güçlerin öneminin farkına vardıkları noktada kurulan şehirlerle birlikte, yarım yüzyıl sonra kıtaya girebildi. 1890’dan sonrasına denk gelen süreçte Jack London, Theodore Dreiser ve Stephen Crane, çağdaşlarından farklı olarak sosyal gerçekleri yansıtırken toplumdaki çirkinlikler ve olumsuzluklar üzerinde duruyor ve toplum dışındakileri, ezilmişleri, yoksulları, hırsızları eserlerinde konu ediyorlardı.
Amerikan edebiyatının en natüralist eserlerinden ‘Sokak Kızı: Maggie’ (1893) ile toplumsal ahlakın eleştirisine girişen Stephen Crane, 1898 yılında yayımladığı ‘Canavar’la toplumun kendinden olmayanı nefretle dışlamasını, kendinden olmayanın karşısına dev bir canavar olarak çıkmasını anlatıyor. ‘Canavar’, New York’un yakınlarında yer alan Crane’in birçok romanına da ev sahipliği yapan kurgusal kasabası Whilomville’de geçiyor. Kasabanın saygın doktorlarından Trescott’ın evinde çıkan yangında küçük oğlu mahsur kalıyor. Doktorun atlarının bakıcısı siyahi Henry Johnson gözünü bile kırpmadan çocuğu kurtarmak için evin içine dalıyor. Johnson, küçük çocuğu kurtarmayı başarsa da feci bir şekilde yanıyor. Trescott, yangında yüzü tamamen yanan ve yaşadığı şokla zihinsel engelli birine dönüşen Johnson’ın bakımını üstleniyor. Doktor, Johnson’ı siyah bir ailenin yanına verip tüm masraflarını üstleniyor. Ancak bu ailenin fertleri, kasabadaki herkes gibi Henry’nin korkunç görünümünden dehşete düşüyor. Henry evden kaçıyor ve yaptığı şehir turu sırasında karşılaştığı insanları korkutuyor.
Oğlunu kurtaran adamı iyileştirmek için doktor olarak tüm becerisini kullanmakla kendini yükümlü hisseden Trescott, kasabalıların gözünde aslında Dr. Frankenstein, Henry Johnson da onun yarattığı canavarı oluyor. Trescott’un eski arkadaşı Yargıç Hagenthorpe, kasabalıların dışlamaya başladığı doktora ileride yaşanacak kötü durumların önüne geçmesi gerektiğini söylüyor: “Belki de bu tür eylemin doğruluğu, uygunluğu hakkında konuşmamalıyız ama bunu söylemek zorundayım, bu zencinin hayatta kalmasına çalışarak şaibeli bir iyilik yapıyorsun. Anladığım kadarıyla bundan sonra bir canavar, tamı tamına bir canavar haline gelecek ve muhtemelen beyninde de hasar kalacak. Seni benim kadar iyi gözlemleyen herkes, bunun vicdan meselesi olduğunu anlar ama korkarım ki sevgili dostum, bu erdemli olmanın hatalarından biri olacak.”
‘Canavar’la Crane, belirgin bir biçimde bütün bir toplumun ortak aklının cehaleti, önyargısı ve acımasızlığına karşı duran bir roman ortaya çıkarıyor. Stephen Crane’in Whilomville kasabasında geçen hikâyeleri genellikle komedi unsurları taşısa da ‘Canavar’ bu noktada diğerlerinden ayrılıyor. Whilomville’de bu sefer korkunç bir trajedi yaşanıyor. Yüzü olmayan ‘zenci’ bir genç değil de kocaman bir toplum canavara dönüşüyor.
Hemingway’in, “Ben yazmayı ondan öğrendim” dediği Crane, kısa sürmüş ömrüne rağmen ortaya koyduğu eserlerle dünyanın en büyük natüralist yazarları arasında yer alıyor.