Güncelleme Tarihi:
Shirley Jackson, 1916 yılında San Francisco’da dünyaya geldi; bir Kaliforniya kasabasında büyüdü. Okul yıllarında çevresine ve ailesine uyum sağlamakta zorluk çektiği, yazı yazmaya bu dönemde başladığı söylenir. Syracuse Üniversitesi’ni bitirdikten sonra 1940 yılında edebiyat eleştirmeni Stanley Edgar Hyman’la evlendi. Önce New York’a, sonra Vermont’a, bir kır evine yerleştiler. Bu ev kısa bir süre sonra dönemin önemli yazarlarının müdavimi olduğu entelektüel bir mekân haline geldi. Evliliğin bütün ağır işçiliğini üstlenmesine, birbiri ardına çocuk doğurmasına rağmen Shirley Jackson yazmayı bırakmadı ve 1948 yılında The New Yorker dergisinde yayımlanan ‘Piyango’ adlı öyküsü ile bir anlamda piyangoyu kazandı. Dergi tarihinin en çok tepki çeken yayınları arasına giren bu öykü, kışkırtıcı unsurlar barındırdığı gerekçesiyle ABD’nin bazı muhafazakâr eyaletlerinde yasaklanmıştı. Evliliği ve evliliğinden kaynaklanan psikolojik sorunlarla boğuşan Jackson’ın kendisine yönelik söylenti ve eleştirilere aldırış ettiği söylenemez. Hayata yazarak direniyordu. Ne var ki direnişi 48 yaşındayken geçirdiği kalp yetmezliği nedeniyle sona erdi. Geriye bir kısmı sinema ve tiyatroya da uyarlanan çok sayıda roman ve öykü kitabı bırakan Shirley Jackson’ın başta Neil Gaiman ve Stephen King olmak üzere korku ve gerilim türünün önemli yazarları üzerindeki etkisi tartışılmazdır. Özellikle başyapıtı sayılan ‘Tepedeki Ev’ (The Haunting at Hill House) kültür endüstrisinin en çok taklit ettiği eserlerin başında gelir.
ASIL KORKULMASI GEREKEN İNSAN(LAR)DIR
Hayalet öykülerinin en iyi yazarlarından biri sayılmasına, ‘Tepedeki Ev’ romanı ‘hayaletli ev hikâyelerinin son sözü’ olarak kabul edilmesine rağmen, Shirley Jackson kariyerini doğaüstü olaylara yer vermeyen, korkutucu olmaktan ziyade rahatsız edici bir romanla -‘Biz Hep Şatoda Yaşadık’la- sonlandırmıştı.
‘Biz Hep Şatoda Yaşadık’ın kahramanları 18 yaşındaki Mary Katherine (Merricat) ve 28 yaşındaki ablası Constance, unutulmuş bir Amerikan kasabasının yakınlarındaki bir kır evinde kimselere dokunmadan hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Onlar bir zamanlar bu kasabanın kurucuları arasında yer alan büyük ve kalabalık Blackwood ailesinin son fertleri. Bir de tekerlekli sandalyeye mahkûm, aklı gitgelli Julian amcaları var. Evin kasabayla -ihtiyaçların temini ile sınırlı- ilişkisini hiç istemese de Merricat yüklenmiş. Yıllar önce vuku bulan trajik olaydan beridir kasabaya hiç ayak basmayan Constance ise evi çekip çevirmekten sorumlu. Söz konusu trajik olayı çok geçmeden öğreneceğiz; yani ailenin bir akşam yemeğinde şekerli kâseye karışan arsenik nedeniyle zehirlendiğini... Julian Amca’nın rahatsızlıkları işte o gecenin mirası. Kızlar ise ‘tesadüfen’ kurtulmuşlar ölümden. Ancak kasabalılar -mahkemede aklansa bile- zehri katanın Constance olduğuna inanıyor, evi ve kızları tekinsiz kabul ediyorlar.
Ve gerilim Merricat’ın bir değişimin başladığının farkına varmasıyla yavaş yavaş tırmanıyor. Hayatın sıradan görünümünü gotik bir tabloya dönüştüren, ansızın ortaya çıkan yakışıklı kuzenleri olacaktır. Constance’ı elde edip normal bir hayata davet eden ve evin idaresini her geçen gün biraz daha sahiplenen genç adam düşman olarak Merricat’ı seçmiştir. Zavallı Merricat kötülüğü kovmak için çocukça tılsımlara sığınırken gerilim kaçınılmaz ve şok e edici bir doruğa doğru tırmanacaktır...
MUTSUZ EV KADINI
Son yıllarda yeniden keşfedilen Shirley Jackson’ın hayatı ve eserleri üzerine çalışanların hemen hepsi korku ve gerilim motifleriyle Jackson’ın mutsuz ev kadınlığı arasında ilişki kurmakta ısrarlılar. Mesela ‘Piyango’ hikâyesindeki barbar köylülerin onu bir üniversite profesörünün karısı kimliğine hapseden Kuzey Bennington kasabası halkı olduğu herkesçe kabul ediliyor. Gerçekten de Shirley Jackson, hikâyelerinde, sorunlu bir ailenin ve/veya aşırı derecede klostrofobik bir toplumun yalnız kadınlar üzerindeki etkisi, kadınların farklı bir umut, daha mutlu bir hayat barındıran hayallere sığınması işlenmiştir. Bu elbette Jackson’ın kocasıyla, ev içi koşullarla ve onu kuşatan toplumla çatışmasının ya da bütün bunların yarattığı mutsuzluğun ifadesi olarak okunabilir.
Erken dönem hikâyelerinde muhafazakâr topluluklar tarafından eziyete uğrayan insanlar, sonraki çalışmalarında insanların zihinlerindeki iblis öne çıkar. ‘Biz Hep Şatoda Yaşadık’ta söz konusu iki eğilim bir araya gelmiş. Roman kahramanları hem kendilerini kuşatan toplumun zulmünün mağdurları hem de -Merricat özelinde- kendi iblisleriyle boğuşuyorlar. Aslında Jackson’ın ifadesiyle Constance ve Merricat karakterleri Jackson’ın kişiliğinin iki ayrı yanını -Ying ve Yang’ını- temsil ediyor. Biri öfkeli ve arayış içinde, diğeri sakin ve evcimen. Jackson’ın toplumsal yaptırımla belirlenmiş mutlu ev kadını rolü ile kendini var etmek istediği yazarlık mesleği arasındaki gerilimden yola çıkarak kurguladığı bu karakter bölünmüşlüğü aslında geneli kapsayan bir durum, Amerikan kadınlarının gizli trajedisinin Jacksonvari ifadesidir.
Shirley Jackson karmaşık ruh hallerini çözümlemek, aklın ve ruhun karanlık, çelişkili yanlarını, insanın başkasına ve kendisine eziyet etme mekanizmalarını araştırmak konusunda uzmanlaşmış bir insan. Uzmanlığından edindiği bilgileri okuyucuların hayal gücünü süsleyen hikâyelere; gerçek olay, olgu ve duyguları böyle bir kurmaca evrenine dönüştürmek ise yazarlık becerisinden ya da ustalığından. Gündelik hayatın içinde gizli, olağan şiddeti, kitlelerin zalimliğe yatkınlığını ve bireysel zihnin kırılganlığını hem insanın psikolojik dinamikleri hem de toplumsal etkilerle birlikte ortaya koyuyor.
‘BELKİ KOMİK BİR KİTAP YAZARIM’
‘Biz Hep Şatoda Yaşadık’ın yayımlanmasından kısa bir süre sonra sinir krizi geçirmiş ve aylarca eve kapalı kalmasına yol açan akut agorafobiye kapılmıştı Jackson. İyileşmeye başladığında yeniden yazmaya yöneldi. Bir yandan da yaralarını sarmaya çalışıyordu. Korkularından arınacağı ve nihayetinde kocasını terk etmeyi başarabileceği bir gelecek hayal ediyordu; “Ayrı olmak, yalnız olmak, ayakta ve yalnız yürümek, farklı ve zayıf ya da çaresiz ve aşağılanmış olmamak” şeklinde bir varoluş... Özgürleşen bu yeni varoluş biçimini edebiyata aktarmak için yeni bir tarz bulması gerektiğine inanıyordu: “Eğer iyileşirsem ve canlıysam, o zaman kitaplarım farklı olmalıdır (...) Belki komik bir kitap yazarım. Mutlu bir kitap.”
Shirley Jackson gerçekten de böyle bir kitaba başladı. Ne yazık ki bu tarzı başarıp başaramayacağını ya da yalnız yaşayıp yaşayamayacağını keşfetmeye zamanı kalmamıştı.