Güncelleme Tarihi:
Şu an Türkçede yayımlanan romanınız üzerine konuşsak da aslında şair kimliğinizle tanınan bir yazarsınız. Bu açıdan bakınca şair olarak mı anılmayı tercih ediyorsunuz?
Önce şair olarak görüyorum kendimi. Ben bu kitabı 1996’da yayımladığımda şair kimliğimle tanınan bir yazardım. Aslına bakarsanız birçok açıdan bugün de öyle. Diğer taraftan ‘Gümüş Somon’un Büyük Yolculuğu’nu sadece bir düzyazı metni, bir roman veya uzun hikâye olarak görmek bence eksik olur. Çünkü gerek Kore dilinde gerekse diğer dillerde şiirsel yapısı hem eleştirmenlerin hem de okurların dikkatini çekmişti. Diyeceğim her ne kadar bu bir roman olsa da ben zaten şair olarak anılıyorum.
‘Gümüş Somon’un Büyük Yolculuğu’nu bir yetişkin masalı olduğu kadar kişisel gelişim, diğer taraftan da sanki bir bilgelik hikâyesi gibi görmek mümkün. Bu haliyle birkaç türü içeren bir metin. Siz nereye koyuyorsunuz kitabınızı?
Kitabın çevrildiği diğer dillerde Küçük Prens’e benzetenler olmuştu. Bu yönüyle yetişkinler için masal olarak değerlendirmek mümkün. Kişisel gelişim türüne gelince, kitabın ilk yayımlandığı 1996’da bilhassa Kore’de böyle bir tür yoktu. Avrupa’da belki böyle bir ayrım vardı bilemiyorum. Bu türlerin popülerlik kazanması hatta birçoğunun yazılmaya başlanması 2000’ler itibariyle karşımıza çıkar. Ben bunu yazdığımda öyle bir ayrım yoktu. Şair kimliğimden söze girdik, ben nasıl şair olarak anılıyorsam, bunu da bir şairin romanı, şiirsel dille kaleme alınmış bir metin olarak değerlendirmek daha doğru olur.
1961 doğumlusunuz. Bilhassa sizin doğup büyüdüğünüz yıllar özelinden baktığımızda Güney Kore’de antikomünist propagandanın gerek eğitimde gerekse gündelik hayatta en etkin olduğu dönemden söz ediyoruz. Baskıcı bir dönem aynı zamanda… Gümüş Somon’un farklılıklara açık zihin yapısıyla demokrasiye, farklı kültürlere saygıya, eşitliğe çağrıda bulunuyor gibisiniz…
Gözleminiz çok doğru. Benim doğduğum sene askeri darbe oldu. Büyüdüğüm yıllarda birkaç darba ve baskı rejimi daha oldu. Kaldı ki ben doğmadan önce Kuzey ve Güney Kore olarak zaten ikiye ayrılmış ve antikomünist propaganda iliklerimize kadar işlemişti. Bu darbe ve baskı dönemleri tek düze bir hayat demekti. Bu tekdüze hayatta asla iyi bir şair, sanatçı olamazsınız. Diğer taraftan böyle baskı dönemleri insanın diline kadar sirayet eder, kelimelerin anlamlarını daraltır, hatta kelimelerimizi yasaklar. Bu da şiirsellikten uzaklaşmak demek. Örneğin, bizim gençliğimizde ‘karanlık’ kelimesini kullanmak yasaktı… Farklı bir kültürün, farklı bir dünya görüşünün, farklı yaklaşımların kolay kolay kabul edilmediği, biraz farklı ses çıkaranların baskı altına alındığı bir dönemde büyüdüm. Kitabı yazıp yayımladığım 90’lı yıllar ise bu tutumun yavaş yavaş kırıldığı dönemlerdi. Ortaokul ve lise kuşağındaki çocuklar okuyup bunu birer masal gibi değerlendiriyorlardı. Daha sonra üniversite çağlarındaki okurlarla veya başka yetişkin okurlarla, eleştirmenlerle bir araya geldiğimde alt metninde başka şeyler gördüklerini fark ettim. Daha demokrasiye önem veren, farklılıkları hoş gören hatta destekleyen, bu dünyada başka dünya görüşlerinin de olduğuna inanan ve onlarla bir arada yaşanabileceğine inanan insanlardı bunlar. Şimdi bakıyorum da, kitabı yazdığımda aklımda insanlara demokrasi çağrısında bulunmak gibi bir şey yoktu, ama büyüdüğüm dönemdeki farklılıklara olan tahammülsüzlük içimde yer etmiş ki sonuç bu oldu.
Karanlık kelimesinin yasaklığından söz ettiniz. Kitapta somonlar için yasaklı kelimeleri sıralıyorsunuz. Bunlar; özgürlük, isyan, direniş, kaçış… Ama daha dikkat çekeni ise “oyun”. Gerçekten oyun da diğer kelimeler kadar tehlikeli mi?
Baskıcı rejimler için, oyun, mutluluk özgürlüğü çağrıştırır. Haliyle en az direniş kadar isyan kadar tehlikelidir. Kore iktidarı bir dönem oldukça otoriterdi. Baskıcı, hoşgörüsüz, yasakçıydı. Gerçekten özgürlük, isyan, direniş veya kaçış gibi kelimelere alerjileri vardı adeta. Bunu hissedebiliyordunuz. Her ne kadar Güney Kore bugün ekonomik olarak çok gelişmiş, zengin bir ülke olsa da o dönemin emekçileri, işçileri neredeyse bir ömür çalışıyorlardı ve iş o boyuttaydı ki dinlenmeye dolaylı yoldan baktığımızda oyun oynamaya, mutlu olmaya hakları bile yoktu. Diğer kelimeler bir tarafa bilhassa ‘oyun’ kelimesiyle emekçilerin, işçi sınıfının nasıl bir zorlu hayat yaşadığının altını çizmek istedim…
Kitabın yayımlandığı 90’ların sonu tüm dünyada tüketim anlayışının zirveye çıktığı bir döneme denk geliyor. Sonrasında kişisel bilgisayarlar, cep telefonları vs derken işin çivisinin çıktığı bir dönem. Bugünlerde çok sık sözü ediliyor olsa da o yıllarda kimsenin aklında olmayan bir şey ‘doğaya dönüş’. Oysa sizin kitabınızı okuduğumuzda insanın doğayı unuttuğunu, doğanın sesini duyması gerektiğini, doğayla uyum içinde yaşaması gerektiğine dair satırlar da görüyoruz…
Gerçekten 90’larda gerek dünya gerekse Güney Kore’de sanayileşme daha doğrusu teknoloji odaklı sanayileşmenin zirveye çıktığı yıllar. Herkesin harcadıkça mutlu olduğuna inandığı günlerin başladığı bir dönem. Ancak Kore’de, bilhassa şiirde, 90’ların sonunda doğaya dönüşün, ekolojik yaklaşımların da konuşulduğu bir dönemdi. O dönem bu yaklaşımların içinde ben de vardım dolayısıyla bu doğacı yaklaşım kitaba da sirayet etti. Ayrıca estetik ve edebi açıdan metin zaten bunu gerektiriyordu. Kitapta “insanlar somonlara tepeden bakar” diye bir sözüm var. Kitabı yazarken bir akvaryum kurdum evimde. Dereden bazı balıkları tutup akvaryuma koydum. Akvaryumun üstünden baktığımda bütün balıklar aynı görünüyordu bana. Oysa yandan, karşıdan bakınca farklı olduklarını, renklerini görüyordum. İnsan doğayla olan ilişkisini yeniden şekillendirmeli, çünkü doğaya hep yukarıdan bakmış. Evrim halkasında ayağa kalktığı günden beri, yukarıdan bakmış. Oysa onunla aynı düzlemden bakabilmeli, ona karşıdan, yanından bakabilmeli. O zaman eşitleşecek ve doğayla uyumu yakalayacak. İnsan doğaya hükmetmek yerine doğayla birlikte yaşamayı öğrenmeli. Bu romanı yazmadan önce ağaçları sadece ağaç olarak bilirdim. Sonra hangi ağaç nedir ne değildir diye okumaya, araştırmaya başladım. Şimdi çevremde gördüğüm bütün ağaçların adını, özelliklerini, ne zaman çiçek açacağını nasıl büyütülmesi gerektiğini hangi havayı sevdiğini nasıl bir toprakta daha iyi büyüyeceğini bilirim. O zaman öğreniyorsunuz ki sesleri de farklı oluyor ağaçların. Kendi aralarında bir diyalogları olduğunu fark ediyorsunuz. Şairler, yazarlar dünyadaki başka sesleri duyabilmeliler.
Çağlayan ÇEVİK
ccevik@hurriyet.com.tr