Güncelleme Tarihi:
Figen Şakacı ‘Bitirgen’de çocukluğunu, ‘Pala Hayriye’de gençliğini ve orta yaşını anlattığı inatçı, dirençli, ‘uyumsuz’ bir kadın olan Hayriye ile üçlemenin son kitabı ‘Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?’da vedalaşıyor. Son ‘parçada’, Hayriye’nin yaşlılık döneminin izini, kahramanımızın kendisi ortalarda olmaksızın süreceğiz: Amerika’dan çıkıp gelerek, pat diye ortadan kaybolan can arkadaşının izini süren Rüya, Hayriye’nin hayatına değmiş insanlar ve Hayriye’nin bıraktığı mektup/metinler eşliğinde... Yolculuğunu yakınen bildiğimiz bu kadının son demlerini ilk iki romandan farklı bir kurguyla anlatmış Şakacı. İçinden geçtiğimiz toplumsal ve politik haller ise -önceki iki romanda da olduğu gibi- zamana, mekâna ve karakterlerin hayatlarına usulca sokuluyor.
Figen Şakacı’ya ‘Hayriye’yi sorduk...
‘Bitirgen’de bir kız çocuğunun ‘çocuk olma’, ‘Pala Hayriye’de bir kadının ‘büyüme’ hikâyesini anlattın bize. Buralarda çocuk olmanın da büyümenin de ne zor olduğunu bilirdik, şimdi ‘Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?’da gördük ki, buralarda ‘yaşlanmak’ da zormuş. Üçlemenin son durağı için “Bu memlekette kadın olarak yaş almanın öyküsü” diyebilir miyiz?
Elbette öyle. Tabii ‘bu memlekette’ dediğin anda fona bir sürü toplumsal, siyasal olaylar ve bütün bunların karakter üzerindeki etkileri de giriyor işin içine. Yaş aldıkça kadınlara bir şeyler oluyor, artık arzulanmadıklarını ya da arzulamadıklarını düşünmeye başlıyorlar mesela. İlişki ve insan yorgunu oluyorlar ki, bu cinslere ayırmadan da söyleyebileceğimiz, hızla yaşlandıran sebeplerden biri! Yaşama sevincimiz ülke gündemine endeksliyse iyice yerlerde sürünüyor, oralara pek yüz vermiyorsak yan yollara saparak başka inançlar, uğraşlar geliştirmeye hazır oluyoruz. Ay benim bir bedenim vardı, ona bir haller oluyor diye spora, yogaya, estetiğe falan yüklenerek yer çekimine karşı ayak direr hale geliyoruz. Bir yandan da insanın büyümesi demeyeyim de olgunlaşması iyi bir şey. Eskiden dert ettiğin, öfke duyduğun bir sürü şeye burun kıvırabiliyorsun. Zamanı kendin için kullanmaya başlıyorsun, zaman seni kullanıp atmadan anında müdahalelerde bulunuyorsun. Dünyalığını yapmışsan, şehirden kırsala ya da sahil tarafına, organik tarıma doğru evriliyor, hâlâ geçim derdiyle boğuşuyorsan gündelik sorunları ayıklamaya, canını sıkacak, içini kurutacak insanlardan en uzağa kaçmaya meylediyorsun. Hayriye Hanım, gündelik olanla toplumsal olanın, kişisel olanla kamusal olanın her derdine gözü kulağı açık bir karakter, haliyle o yorgun bir yaşlı. Ama delimsirek hallerini de elden bırakmıyor, çünkü o zaman ihtiyarlar ve bunu asla kendine yediremez! Çocukluğunun hasatından ne devşirdiyse, yaşlılığında da onu öğütüyor belki de.
Hayriye Hanım’ı önceki roman ‘Pala Hayriye’de 40’larında bırakmıştık, bugün yaşlılık emarelerini ruhen de fiziken de hissettiği son demlerinde bulduk. Ve gördük ki Hayriye 7’sinde neyse 70’inde de o; hep bitirim, hep direngen, hep inatçı, hep ‘uyumsuz’. Neden ortadan kaybolduğunu çözmeyi okura bırakmışsınız; direnmekten, inat etmekten mi yoruldu Hayriye? Ülkesini, şehrini, etrafındaki insanları gittikçe daha çok saran kirden mi kaçmak istedi?
Kaçmak diyemem. Öyle düşünüp masanın başına otursaydım ‘Hayriye Hanım Neden Kaçtı?’ olurdu kitabın adı… Ama biraz kaçık bir kadın olduğu doğru. Evet kayıp bir kahraman olarak romanda yer alıyor ama “Direnmekten, inat etmekten yoruldu mu?” sorusunun cevabını da okura bırakmak istiyorum. Bir de ‘kötülük, kirlenmek’ gibi lafları hepimiz sanki, biz iyi ve temiz kalmışız da dünya, çevre kötüymüş gibi ederiz. Hayır, var olan her türlü vahamette bizim de payımız var. Büyüdükçe üstümüze sinen kirden hangimiz kurtulabildik ki? Sustuklarımızdan, tam o anda orada olup müdahale etmeyişimizden, yutkuna yutkuna şişip, daralarak bir köşeye sinmelerimizden, gidişata çamur atıp izi üzerimize sinmemiş gibi yaşamaya devam edişimizden, tanık olduğumuz her türlü musibetten payımızı aldık ve gittikçe daha yalnızlaşan, ketumlaşan, ağzında kekre bir tatla mutsuzlaşan insanlar haline geldik. Bu çağın en müzmin hastalığı çaresizlik ve yalnızlık duygusu bence. Hayriye Hanım da bu hastalığa fena yakalanmış belli ki.
Romanın anlatıcısı Rüya, bütün kurgu da onun Hayriye’nin izini sürmesi üzerinden gidiyor. Oysa ikinci romanda, Rüya’ya pek rastlamıyorduk. Hem Rüya’yı geçmişten çıkarıp romanın merkezine koymaya hem de üçlemenin son parçasının bu kurgusuna nasıl karar verdin, biraz bahseder misin? Rüya, Pala Hayriye’nin can dostu. Hayriye’nin her türlü bıçkınlığını seyreden, bir bakışıyla onu hizaya getiren ama ne üniversite içindeki sol gruba ne de Hayriye’nin girip çıktığı hayatlara yakın biri. İkinci kitabın bir yerinde öğrenimine Amerika’da devam etmek için gidiyordu ve Hayriye dımdızlak ortada kalıyordu. Üçüncü kitaba başlarken Rüya dönsün istedim; zaten aralarındaki kadim dostluk irtifa kaybetmemiş hiç. Ancak dışardan gelen biri Hayriye’ye ve memlekete şaşkınlıkla, merakla bakabilirdi. Bir de şu var; ilk iki kitap birinci tekil ağızdan yazılmıştı. ‘Bitirgen’de bir çocuğun dilini yakalamak, onun dünyasına girmek için göbeğim çatladı. ‘Pala Hayriye’ ise evden kaçar kaçmaz içine düştüğü dünyanın hem seyircisi hem oyuncusu olmuştu. Onu dinlemek, içinde ne tür dalgalanmalar olduğunu izlemek elzemdi. O söyledi ben yazdım diyebilirim. Dolayısıyla her kitap kendi içinde bir bütünlüğe, üçüne birden bakınca da yabana atılmayacak bir bağa sahip oldu. ‘Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı?’ diye başlık atıp masama oturduğumda ise yana yakıla Rüya’yı çağırdım yanıma. Çünkü memleket hallerine ve Hayriye’nin hallenmelerine daha dışardan bakabilmek için ona, onun soğukkanlı karakterine ihtiyacım vardı. Gerçi Rüya da yıllar sonra gelip gördükleriyle, yaşadıklarıyla çığırından biraz çıktı ama başka türlü olması da beklenemezdi...
İlk iki kitapta da zamanın ve mekanın politik&toplumsal gündeminden bağımsız bir varoluş öyküsü değildi okuduğumuz. Bu kez de değişen İstanbul, Kürt coğrafyasının acıları, nefret cinayetleri Hayriye’nin ve Rüya’nın öyküsüne eşlik ediyor. Kimsenin hayatı politik olmaktan muaf değil elbette, Hayriye’ninki hiç değil. Sen nasıl bir ihtiyaçla sızdın bu mevzulara?
Elbette özel olan politiktir ve memlekette olan her şeyin, Hayriye Hanım’ın ruhsal ve zihinsel dünyasında etkilerini, izlerini bulmak mümkündür. Başka türlü nasıl olabilirdi ya da yazabilirdim gerçekten bilmiyorum. Belki de kayıp olan Hayriye Hanım değil, bu ülke! İçinden geçtiğimiz bu dönüşüm geleceğimizi daha da belirsiz, tekinsiz bir hale getiriyor. Sadece yaşını başını almışlar için değil, gençler, hatta çocuklar için de yarın bir muamma... Bugüne kadar duymadığımız şeyler oluyor; bunca yıl kadınların başına gelenler yetmemiş gibi şimdi bir de ‘şortlu kadın’, ‘kahkaha atan kadın’, ‘dekolteli kadın’, ‘tekme yiyen hamile kadın’ sıfatlarıyla haber oluyor kadınlar. Bu durum kimsenin kanını dondurmuyor mu? Sokakta herkes birbirini öldürmeye hazır gibi dolaşıyor. En ufak bir tartışma linçe, azıcık gerginlik saflaşmaya dönüşüyor. Kötülüğün bu denli sıradanlaşması kimsenin ağrına gitmiyor mu? Bir yandan da artık azınlık haline gelmiş bir kesim bu kötülükle nasıl baş edeceğini, kendini kimden nasıl koruyacağını kara kara düşünüyor. Daha dün burnumuzun dibinde bir annenin cenazesi mezarından çıkarıldı. Taybet Ana’nın cesedi yedi gün yerden kalkmadı, çocuklar bodrumda öldürüldü. Sur, Cizre dümdüz edildi! Kimsenin içi cız etmiyor, yüzü kızarmıyor mu? Yazarken yan yana, kol kola ilerlediğim sorular ve sorunlar bunlardı evet. Hayriye Hanım da bütün bu vahşete tanıklık etti, türlü çeşit acılardan geçti ve ortadan kayboldu... Okur onu mu aramalı, onun kayboluşundaki bu sebeplere mi odaklanmalı bu konuda yol göstericilik yapmam abes olur.
Romanda en çok, Rüya’nın senelerdir gurbette olmasından kelli, şehrin değişimine dair vurgular çarpıyor göze. Hayriye (ve yazarı olarak sen de) gurbetten dönüp de birden değil, her gün şahit olarak yaşıyorsun dönüşümü. Şehir hem kültürel hem fiziksel olarak başka bir hal alırken Hayriye ve sen, ne tür duygular içindesiniz?
Şunu çok açık söyleyebilirim. Ben İstanbul’da doğdum, burada büyüdüm. Orta yaşıma kadar başka hiçbir yerde yaşamadım. Ama artık burası benim doğduğum şehir değil, kafamı kaldırır kaldırmaz gördüğüm her şeye yabancıyım. Çok sistemli bir şekilde bu şehre, bu ülkeye dair sahip olduğumuz her şey yok ediliyor. Çocukluğum gasp edildi, hatıralarıma haciz geldi. Şurada arkadaşlarla çay içer, şurada dans ederdik, şu bahçede oyun oynardık diye gösterebileceğim hiçbir yer kalmadı. Kendim dahil kimseyi buralı olduğuma inandıramam artık. Hasankeyf’ten tutun da Karadeniz kıyılarına, Narmanlı Han’dan Çamlıca’ya kadar her yer imha ediliyor. Bir bakan televizyonda açıklama yapmıştı; “Otoban kenarlarında bomboş yeşil alanlar var, bakıyorum oralar boş, vatandaşlar gidip oturmuyor, orayı konut alanı yaparsak, otururlar. Fena mı olur?” diye soruyor. Yeşilden anladıkları oraya kaç inşaat sığar, kaç zeytinlik araziyi dümdüz edersek rant elde ederiz, Munzur’u kurutursak, barajlara yüklenirsek oradan da üç beş gelir... Alın size çevre politikası! Taksim’e, İstiklal Caddesi’ne her çıktığımda moralim bozuluyor, sinirden eve kaçıyorum. O taşlar, o tramvay yolu, o ağaçlar nerede? Yağmaya doymayan bir zihniyetle bu yaşıma kadar baş edemedim, Hayriye Hanım da hepten bezmiş olmalı!
BİR KADININ ÖMRÜNE, ÖMRÜMÜN YARISINI KATTIM
Bir üçlemeyi tamamlamışken nasıl hissediyorsun? Bir kadının öyküsünü tamamladın, zor bir duygu durumu olsa gerek Hayriye’yle vedalaşmak... Üstelik okurlar araya zamanı koydu ama yazarı olarak kitapların arasında geçen vakitte Hayriye seninle dolanmaya devam etmiştir...
Sonuçta ben Hayriye Hanım’la ta 10’lu yaşlarından beri tanışım, arkadaşım. Birbirimizi bunca yıldır bırakmadık. Bir kadının ömrüne, ömrümün yarısını kattım diyebilirim. Yazmayı bitirdikten sonra özgürleşeceğimi, rahatlayacağımı sanmıştım ama öyle olmadı. Kitabın çıkmasına yakın derin bir yas duygusu sardı içimi. Bunca yıl birlikte yaşadığım birinden, birilerinden ayrıldım. Çok yalnız kaldım onsuz. Hoş onunlayken de, çok yalnız kalmam gerekti ya, neyse ki muhabbetimiz yerindeydi, ne günlerimiz geçti beraber diye düşünüp düşünüp
efkârlanıyorum hâlâ. Bu kitabı dostlarıma adamam boşuna değil. Yazarken nelerime katlandılar bir bilsen!
Hayriye’nin öyküsünün bir parçası geçen sezon tiyatro sahnesine de çıktı. Uyarlama sana aitti zaten ama sahnedeki hali nasıl geldi öykünün sana?
Bir kez daha anladım ki hiçbir şey kağıtta durduğu gibi durmuyormuş… Gerçi ‘Topuklu Terlik Süt Yapar’ oyunundaki karakterin adı Hayriye değil, Müjde’ydi ama yine de Hayriye’den izler taşıyordu ben yazdığımda. İlk defa bir oyun yazdım, yazıyla da oyun oynamaya başladım; matematiği, kurgusu romandan tamamen başka oyun yazmanın, zorlu ama eğlenceliydi yine de. İş sahneleme faslına gelince herkesin kendi yorumu da devreye giriyor elbette.
Sırada ne var, var mı ucundan kendini gösteren bir şeyler; bahsetmek isteyeceğin?
Kafamda uzun süredir gezdirdiğim bir hikâye kendi zamanını ve yazılacak kıvama gelmeyi bekliyor. Sanıyorum bu kez parçalı bir metin olmayacak, hele önce duygusu iyice bir yerleşsin içime, temelini bir kazayım da, sonra kaç kat çıkarım bilmem. Bak anlatırken bile mütehahhit gibi konuştum, Allah başka dert vermesin…