Güncelleme Tarihi:
Türkçede -çoğunun yeni baskısı bulunmayan- ‘Sefarad’, ‘Savaşma Arzusu’, ‘Dolunay’, ‘Güzel Karanlık’, ‘Ne Mutlu’, ‘Emevilerin Kordobası’, ‘Lizbon’da Kış’ kitaplarıyla tanıdığımız Antonio Muñoz Molina, 1956 yılında İspanya’nın Jaén eyaletindeki Ubeda kasabasında doğdu. Granada Üniversitesi’nde sanat tarihi ve Madrid’de gazetecilik eğitimi aldı. 1980’lerde yazmaya başladı; ilk romanı ‘Beatus Ille’ 1986’da yayımlandı. Ertesi yıl, ikinci romanı ‘Lizbon’da Kış’la İspanya Ulusal Anlatı Ödülü’ne değer görüldü. Üretkenliğiyle dikkat çeken ve çok sayıda roman ve anlatı kitabı yayımlayıp birçok ödül kazanan Molina, 1995’te İspanya Kraliyet Akademisi’ne de seçilmişti.
CECILIA’YI BEKLERKEN
“Bu kente dünyanın sonunu beklemek için yerleştim” diyor anlatıcı romanın ilk cümlesinde. Oysa asıl beklediği akademik çalışmaları için uzaklarda olan karısı Cecilia. Zaman önemsiz ama yaklaşık olarak 2018 ya da 2019 yılındayız. Mekân ise Lizbon. Anlatıcının ifadelerinden, New York’tan ayrılıp buraya taşınmaya karar verdiklerini, kendisinin erken gelip evi karısının beğeneceği bir tarzda düzenlemeye başladığını öğreniyoruz...
Ve sonra adamın zamanda ve coğrafyada ileri geri savrulan iç monologlarıyla, evin konumundan tutun da eşyalar, olaylar ve şahıslar hakkındaki düşüncelerine kadar sirayet eden geçmiş takıntısıyla ayrıntılar yavaş yavaş şekilleniyor. Nasıl tanıştıklarını, ne iş yaptıklarını, daha önce nerede yaşadıklarını, Lizbon’a geliş nedenlerini, mutluluk ve mutsuzluk anlarını hatırlıyor anlatıcı. Küçük ayrıntılarda yakalıyor bunları. Artık çalışmayacağı ve New York’tan ayrıldığı için sevinçli ama belleğindeki bütün güzel anılar New York’a ve çalıştığı zamanlara ait. Belki de bu nedenle Lizbon’da New York’u hatırlatan bir semtte kiralamıştır evini. Kentler farklıdır ama anlatıcının köpeğiyle birlikte dolaştığı mekânlar benzerdir. Parkları, kütüphaneleri, evin içindeki yerleşim düzenini, hepsini de geldiği yerdekine benzerlikleriyle anlatır. Onun anlatısındaki iniş çıkışlar karısıyla birlikte oldukları zamanlardaki mutluluğu bu şehirde, bu evde yeniden yakalamaya dair bir umudun ve bu umudun gerçekleşmemesi ihtimalinden kaynaklanan korku ve endişelerin sonucudur.
Anlatıcı nereye baksa, ne işitse, ne düşünse dönüp dolaşıp sözü Cecilia’ya getiriyor. Bir başkasına, özellikle eşine olan bu aşırı bağımlı olma hali, orta yaş üstü erkeklerde sıklıkla rastladığımız bir arıza. Bir yandan sıcak iletişim kurduğu yegâne varlık olan köpeğiyle yaşayıp giderken bir yandan da karısının seyahatten dönmesini bekliyor. Peki, Cecilia ne düşünüyor? Ne yazık ki henüz Cecilia ile tanışmadığımız için partnerinin düşüncelerini benimseyip benimsemediğini -şimdilik- bilmiyoruz. Beklentiyi yaratan tam da bu? Beckett’in ‘Godot’su, Kavafis’in ‘Barbarlar’ı ya da Buzzati’nin ‘Tatarlar’ı gibi bir türlü ortaya çıkmayan Cecilia acaba nerede, gerçekten eve dönecek mi?..
GERÇEKLİK YİTİRİLDİĞİNDE
Taşınma telaşından, beklemekten, geçmişi ve geleceği düşünmekten ibaret bir hikâyenin bu denli ilginç ve ilgi çekici olması şaşırtıcı. Böyle bir başarıyı Muñoz Molina’nın anlatma becerisiyle açıklayabiliriz; hem anlatı tarzıyla hem de okuyucunun ilgisini çekecek noktaları sezme/bilme yeteneğiyle. Cecilia’nın bir türlü ortaya çıkmaması üzerinden okuyucuyu -genel okuma alışkanlığına dayalı- bir tuzağın içine çekiyor; kadının ölüp ölmediği, gerçekten var olup olmadığı kuşkusuna kapılıveriyoruz. Zira anlatıcının zihninde giderek kara noktalar çoğalıyor, her şeyin göründüğü/ anlatıldığı/ hatırlandığı gibi olmadığı kuşkusu kaplıyor zihnimizi. Kariyerinde zaman zaman polisiye kurguyu kullanan bir yazar olarak Molina, beklenti ve gerilim yaratmayı doğrusu iyi biliyor.
Birinci tekil kişi ağzından anlatılan uzun bir iç monolog tarzında kaleme alınan ‘Merdivendeki Ayak Seslerin’ gerçekliğin kontrolünü kaybetmeye başlayan bir adamın kendisini takıntılarına kaptırmasının hikâyesi... Molina, işte bu adamın zihniyle tanıştırıyor okuyucuyu; hafızanın ve arzunun şaşırtıcı girintilerinde dolaştırıyor. Bekleyen ve hatırlayan, hayatı ve hafızanın zamanlarını karıştıran, biraz da örselenmiş bir adam o. Eşkâli yok, uyruğu yok, fiziksel görünümü, yaşı ve hatta hikâye sonuna kadar ismi bile yok. Ama eşyalarının, hayat tarzının, okuduğu kitapların, maddi ve manevi anlamda gelecek kaygılarının izini sürdüğümüzde onu -hatta Cecilia’yı- tanımakta hiç güçlük çekmeyeceğiz. Onlar herhangi bir Avrupa ülkesi metropolünde ya da başka herhangi bir yerde karşılaşabileceğimiz, gerçeklikten korkan, kendi etrafına güvenli duvarlar örmek isteyen -belli bir gelir seviyesinden- insan tipleri...
Yaşı ilerlemiş, karısına tutkuyla bağlı, naif ve yalnız bir adamın anlattıkları ilk sayfalarda sempati yaratıyor. Ancak güvenilmez bir anlatıcı o, anlatı zamanı da hiç tekin sayılmaz. Anlatı akışı içerisinde hangi günde, hangi mevsimde olduğumuzu kestirmek hiç kolay değil. Aslında aşktan, sevgiden ziyade korkuları var anlatıcının. Gerçeklik korkusu, yaşamak korkusu, yalnızlık korkusu, unutma korkusu... Bu korkular hikâye içindeki hatırlamalar, okumalar ve olaylar eşliğinde romanın tamamına yayılıyor.
Hikâye boyunca yokluğuyla var olan Cecilia, anlatıcının eylemlerini yöneten kişi olması nedeniyle romanın gizli öznesi. Anlatıcı ise kendi deyimiyle ‘yokmuş gibi’. Kendisi olmayı bıraktığı için, Cecilia’sız bir hiç olduğu için, geçmişi yeniden yaşayabilmek hayaliyle gerçekliğe sırtını döndüğü için, sahte bir dünya inşa ettiği için adının Bruno olduğunu romanın son sayfalarına kadar öğrenemeyeceğiz.
Hikâye dış dünyayla bağları kopuk bir adamın zihnine, iç dünyasına yoğunlaşsa bile arka planda radikal bir sistem eleştirisi var. Bruno’yu bu hale getiren kapitalizmin rekabetçi, tüketici iş dünyasıdır. Korkuların altında ise küreselleşmenin yarattığı olumsuz sonuçlar yatar; İkiz Kuleler’in vurulmasıyla başlayan terör endişesi, Trump’ın iktidara gelişi, ekolojik dengenin bozulması, metropollere doğru yola çıkan yoksul mülteci kafileleri, büyük kentlerdeki yarılma, dünyanın her köşesinden gelen afet, felaket ve cinayet haberleri... Hayatta bir başınalığıyla Bruno’nun duyduklarından, gördüklerinden, okuduklarından dehşete düşmesi, gerçeklere sırtını dönmekten başka bir çare bulamayışı elbette anlaşılacak bir şeydir. Bütün bunları, yani dış dünyadan gelen uyaranları kahramanının iç dünyasıyla, ruh haliyle harmanlayan Molina, zihnin o karmaşık haritasını dilin karmaşıklığı eşliğinde sergilerken hüzünlü ve karamsar tonları kullanıyor.
Eklemek gerekir ki baştan sona yaşlı bir adamın iç monologlarıyla akan, nerdeyse diyologsuz ve olaysız bir hikâye okumak, okusak da sindirmek hiç kolay değildir. Sabır ve katılım gerektirir. Okuma süreci sözcüklerin akışına, sönen ve parıldayan anların ritmine bağlıdır. Molina, anlatı ritmini hiç bozmamayı, ışık yoğunluğunu ayarlamayı, hatta gerilim yaratmayı başarıyor. Gerçekten de kelimeleri yönlendirmesini bilen, okuyucuyla mükemmel bir diyalog kuran, en karmaşık kurguların üstesinden gelen bir yazar...
‘Merdivendeki Ayak Seslerin’le “Ayrıntı ustası, sessizliklerin ve yoğunlukların yazarı” nitelemesini hak ettiğini kanıtlayan çok iyi bir romana daha imza atmış Molina.