Güncelleme Tarihi:
Ebru Ojen ilk kitabından itibaren farklı bir sesi, cesur bir sesi, aykırı bir sesi olduğunu gösteren bir yazar. Yeni kitabı ‘Lojman’da da bir geleneği sürdürüyor. Karlar içinde küçük bir lojmana tıkılı kalan bir ailenin hikâyesi kitap. Babanın evden ayrılmasıyla üç çocuk ve bir annenin o küçük lojmana tıkılı hayatlarının hikâyesi... Annelik, kadınlık, çocuk-anne bağı ya da bağsızlığı, iktidar-beden, mekân-beden ilişkisi gibi pek çok tabuya dokunuyor. Hem de sözünü hiç esirgemeden. Okuru kahramanlarıyla o lojmana hapsedip aslında dünyada neler yaşandığını, nasıl soluksuz bırakıldığımızı gösteriyor.
‘Lojman’da baştan sona bir sıkışmışlık duygusu hâkim. Neden böyle bir vurguyu seçtiniz?
İlk romandan itibaren beden-mekân, beden-iktidar ilişkisini çalışıyorum. Bana göre mekânlar bedenin üzerinde geri dönülmez erozyonlar yaratıyor. Özellikle kurumsal mekânlar. Lojmanlar, devlet daireleri, okullar vs... Devletle ilişkisi olan her mekân bedenin üzerine çöküveriyor ve bedeni toplum içinde konumlandırıp isimlendiriyor. Siyasi politik bir anlamı olan aile kavramı ise mekânların uzantısı olarak bedenimizi eğip büküyor, bizi organize ediyor ve tat kaçıran bir pasta kalıbının içine yerleşebilmemiz için bizi şekilden şekle sokuyor. Beden ve zihin en güçlü ve karmaşık ilişkisiyle pasta kalıbının içinde kendine özgü şeytaniliğini devşirerek bir yer kimliği belirliyor. Diğer yandan kapana kısılmış olmak, bize bu kapandan çıkmak için hareket etme irademizin olduğu da bir pozisyon. Biz bunu aşalı çok oldu. Bizi sıkıştıran yapı artık form değiştirdi. Somut olarak etrafımıza örülmüş değil de daha akışkan, görünmeyen ve müdahale edemediğimiz, irade koyamadığımız bir hal aldı. Bu bağlamda bedenimizin bize anlattığı şey nedir? Cinsiyetlerimizden öte bir şey var bedenimizde. Bazı sırlar gizliyor. Bize dokunan düşmanın izlerini sürebilmemiz için en gerçek zemin olarak kendini sunuyor. Lojmandaki sıkışma hissi bize ipuçları verebilir. Takibi zor olsa da o izi sürmeliyiz.
Kitaplarınızda kabul edilmiş kalıplara karşı bir ton duyuyoruz. Bu kez de anneliğin sorgulanması var. Dayatılmış bir annelik tonu olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Asıl meselesi anneliği sorgulamak değil romanın. Elbette bu başlık bize çeşitli kavramların kapılarını açacaktır ki bedenin üzerinde tahakküm kuran yapılar doğallığında bir deforme olma durumu yaratıyor; annelik kavramı da bu bozulmanın dışında değil. Kalıplaşmış, klişeleşmiş, yüceltilmiş anneliği sorgulamakla birlikte metnin esas meselesi bunu yaratan koşulların kendisini anlamaya çalışmak.
Kitap katman katman örülmüş. Annelik, kadınlık, anne-çocuk ilişkisi, insanlık, yaşam ya da yaşamama hakkı. Anne-çocuk ilişkisinden devam edersek günümüzdeki çocuğu her şeyden üstün tutan ve onunla iletişim kurmak yerine ona hizmet etmeyi tercih eden ilişki şeklinin sahtelik barındırdığını mı düşünüyorsunuz?
Anne-çocuk ilişkisi karmaşık bir ilişki. Bizi sarmalayan, hareket etmemizi engelleyen şeylerin arasında bu ilişki de var. Çok sevmediğim bir ilişki türü bu. Hep altında çıkar alışverişi sezerim. Genetik uzantıya değen gurur dolu bakışlar, çocuğun üzerine serilmiş görünmez iyilik perdesi ve çocuğun bundan sonuna kadar beslenmesi. Bana nedense sevimli gelmiyor. Sahtelik barındıran şey anneliğin kutsanması. Kutsal annelik, mahvımıza imza atan yegâne kavramlardan biri. Bu lanet olmasa belki de hayatlarımız bu kadar karmaşık olmazdı.
İnsanlar kendilerini dürüstçe ifade etmek yerine toplumsal kabul edilmiş davranış kalıplarına mı giriyor ve bu kalıplar onları tüketiyor mu?
İnsan düşmüş düşürülmüş ve bu hale teslim olmuş bir canlıdır ya da Foucault’nun deyimiyle icad edilmiş bir varlıktır. Bu anlamda tek tek bireylerin üzerine düşünmüyorum; onları oluşturan, özneleştiren yapılar üzerine düşünmek daha işlevsel geliyor. Evet insan olmanın bir formu var, her zaman vardı. Ama aynı zamanda da dönemin ruhuyla sürekli değişen bir form bu. Dönemi anlarken insanların sergiledikleri davranış kalıplarını eleştirmeliyiz, fakat bunun bir mekânda, zamanda bir dünya görüşünün kanatları altında icra edildiğini de unutmayalım.
Kitaptaki karakterlerin ilişkileri sevgi, nefret ve ihtiyaç arasındaki gidip gelen tahterevalli gibi. İnsanların öfke birikimine bunlar mı sebep oluyor?
Anne-çocuk ilişkisi de dahil, şu anda bütün ikili ilişkiler doğal olmaktan uzakta. Bu dengesizlik ve dengesizlikten kaynaklı ruhsal gitgeller bu yüzden. Tahakküm altındaki bedenlerin geldiği nokta bu. Yapılması gereken şey yıkmak. Susadığımız şeye ulaşmak için betonu kırmalıyız.
‘Lojman’da da gerçeklik ile sanrılar birbirini tamamlıyor. Gerçeklik çizgisine sanrıyı eklemeyi neden tercih ediyorsunuz?
Bu sorunun cevabını tam olarak kestiremiyorum. Kendimi bir noktadan sonra gerçekliğin dışında buluyorum. Gerçek, gerçekliğini yitireli çok oldu. Hem jölenin gerçek olmadığını, bir sanrı olduğunu kim söyledi? Böyle düşünüyorsak jöle görevini çoktan tamamlamış demektir. Orada olduğunu bilmediğimiz ama sürekli orada işleyen bizi belirleyen -yok- bir şey olma misyonunu. Sanrı diye tanımlamıyorum ben bu gerçek dışı alanı. Avangarda dönük bir taraf demek belki daha yakın. İşin içine bildiğimiz anlamının dışında bir deneysellik katmak. Mantığın hakimiyeti altından çıkmak. Sürreal bir alana cesaret etmek.
Sürreal alan bana göre okuyanı yahut göreni daha fazla gerçekle yüzleştiriyor. Bana bunu neden yaptığımı sorduğunuzda size en basit örnek olarak dili verebilirim. Dil dediğimiz şey sürrealdir. Onu kullanmaya adım attığım andan itibaren beni bildiğim gerçeklerden ayırıyor, bana cesaret veriyor ve hikâyelerimi gerçeğin dışına taşırıveriyor. Gerçek olan ne? Jöle mı gerçek? Lojman mı gerçek? Buna kim, nasıl karar veriyor?