Güncelleme Tarihi:
Oğul David Rieff, kendisi için çok zor olduğunu söylediği bir karar verdi ve annesi Susan Sontag’ın günlüklerini yayımlıyor. İlki 1947-1963 arasındaki notlardan oluşan ‘Yeniden Doğan’, ikincisi ise 1964-1980 arasını anlatan ‘Bilinç Tene Kuşanınca’ olan günlükler bir üçleme olarak tamamlanacak, şimdilik elimizde bu ikisi var.
‘Fotoğraf Üzerine’, ‘Başkalarının Acısına Bakmak’ ve ‘Yoruma Karşı’ gibi kitapları, ‘Ölüm Tüneli’ ve ’Rüyalarının Esiri’ gibi romanlarıyla bildiğimiz, 20’nci yüzyılın en büyük yazarlarından Sontag’ın, serinin ilk cildi ‘Yeniden Doğan’ı oluşturan defterlerinde, henüz 16 yaşındaki haliyle tanışıp eşcinselliğini keşfedişini ve yaşının çok üstündeki entelektüel fikirlerini okuyoruz. Akademisyen olmak için tutuşan bir liseliyken, üniversite hayatına başladıktan sonra bundan hızlıca vazgeçen Sontag’ın Berkeley, Harvard ve Oxford’daki öğrencilik yıllarına gittiğimiz bu kitapta, akademiden vazgeçip denemeler ve romanlar yazma hevesiyle doluşunun ve büyük aşk acıları içinde kıvranışının izlerini sürüyoruz. Genç yaşına rağmen, kendisini derince kavrayışındaki ustalığa şaşırıyor, yaşadıklarını, fikirlerini ve hislerini açıkyüreklilikle ifade edişindeki güce şapka çıkarıyoruz.
Günlük yazmayı “Bir sırdaşım olsun” isteğinden çok öteye taşıyıp edebi bir esere çeviren bu özen, bize Sontag’ın dehasının gündelik hayatı algılayış tarzı ve onu yazı yoluyla yeniden üretiş biçiminden kaynaklandığını gösteriyor. Onun için hayatın ta kendisi sanat. Ve yıllar sonra ‘Başkalarının Acısına Bakmak’ta anlatacağı temel mesele olan ‘ötekinin hayatı’na dair fikri çok genç yaşında kendi defterlerinde yakalıyor.
Serinin ikinci cildi ‘Bilinç Tene Kuşanınca’, Sontag’ın 30’lu ve 40’lı yaşlardaki defterlerinde yazdıklarından oluşan bir derleme. Bu kitapta kendi aşk hayatından çok annesiyle olan gerilimli ilişkisinden ve bir yazar olarak kendisini diğer yazarlar ve sanatçılar arasındaki konumlandırışından söz eden Sontag; günlüğünde sık sık başarı, ölüm, mucize, aşk, tutunmak, erdem, dürüstlük, mutluluk ve elbette mutsuzluk gibi kavramları deşiyor. Bahsettiği gündelik siyasi olaylar ve eleştiriler açısından bakarsak bu kitap neredeyse siyasi bir romana dönüşüyor.
“Bu günlükler annemin hayatını bir anlamda eksik anlatıyor çünkü günlüklerine mutsuzken yazma eğilimindeydi, ne kadar mutsuzca o kadar sık yazardı. Mutluyken günlüğünü eline almazdı pek. Dolayısıyla günlükteki ölçülerle gerçek hayattaki ölçüler birbirini tutmasa bile, bana kalırsa aşktaki mutsuzluğu da yazmaktan aldığı derin tatmin duygusu gibi karakterinin bir parçasıydı” diyen Sontag’ın oğlu David Rieff’e göre günlükler Sontag’ın yemek masasında şarap içip kıkırdarken ya da güneşli bir yaz günü kırda oturup bulutları izlerken ortaya çıkan neşeli ve çocuksu yanını göstermiyor. Çok sevdiği Wagner’in müziğinden yapısalcılığa, Hıristiyanlıktan cinsel hazza, fütürizmden faşizme, John Cage’den Konfüçyüs’e bir dolu isim, kitap, beste, film, kavram, metafor ve hisle dolu bu günlükler insanı başka okumalara, dinlemelere, seyirlere ve düşünmelere sevk ettiği için de ayrıca kıymetli. Sontag’ın listesindeki pek çok kitabı ve filmi kendi listeme aldığımı söylemeliyim.
Sontag’ın açık açık “Bu günlükleri kitap olarak basın” demediğini ama aksini iddia edecek bir tavrının da olmadığını biliyoruz. Çağdaş bir bilgenin günlükleri bunlar. Kalbi dünyanın acılarıyla derinden sızlayan bir yazarın, hassas bir gözlemcinin kendine ve öyle sanıyorum ki, okura mektupları...