Güncelleme Tarihi:
Eskiden İstanbul denince akla ilk gelen yerlerdendi Bağdat Caddesi. Anadolu yakasında, Kızıltoprak’tan Bostancı’ya kadar 9 kilometre uzunluktaki cadde, bugün eskisi kadar gözde olmasa da hâlâ çaptan düşmüş bir pavyon starı gibi revaçta. Sanki bitmeyen bir defileydi veya baloydu burada yaşanan. Akşam serinliğinde “piyasaya çıkılırdı”. Işıltılı vitrinlere bakılır, çapkın nazarlarla ona buna göz süzülür, bu sırada dedikodunun beli kırılırdı. Bir aşağı bir yukarı avare dolaşmaktan yorulanlar bir pastanede limonata içip rokoko yiyerek dinlenirlerdi. Kimi kıyafetini, kimi güzelliğini, kimi zenginliğini gösterir, bazıları da ağzının suyu akarak bunları seyrederdi. Yazlık sinema bahçelerinde en yeni Yeşilçam filmleri gösterilir, konserler, balolar düzenlenirdi. Şık mağazaların, ciks restoranların, sosyetik butiklerin, lüks apartmanların çevrelediği, kaygısız gençlerin son model arabalarla patinaj çektiği, mini etekli kızların fink attığı caddenin bir şarkısı bile vardı: “Canım fedadır senin yoluna/Günahların da benim boynuma/Çıkalım senle Bağdat yoluna/Sen bir şahinsin ben garip serçe/Attın kalbime demirden pençe” diye. Anlayacağınız cadde başlı başına modaydı, modayı buranın süslü kokanaları, kazıkçı mağazaları tayin ediyordu.
En parlak devrini 1940 ile 1970 yılları arasında yaşayan cadde, 90’lı yıllara kadar rakipsizdi. Ne zaman ki uğursuz Berlin Duvarı yıkıldı, serbest ekonomi piyasası kâbus gibi üstümüze çullandı, ondan itibaren şehirde peş peşe toplu alış veriş mekanları (AVM) açılmaya başladı. Bağdat Caddesi işte o zaman gözden düştü. Butik mağazalar buradan taşındı, sosyetik barlar, pub’lar, diskotekler bir bir kapandı. Mirasyediler babadan deden kalma apartmanları kat karşılığı müteahhitlere verdiler. Bu sırada sahil yolu da açıldığından cadde gidiş geliş trafiğe kapandı, tek yönlü hale geldi.
Gençliği Bağdat Caddesi’nin can çekiştiği işte bu yıllara (1980-90) denk düşen Batuhan Kıran’ın romanı tüm bu değişime tanıklık ediyor. Hikâye anti-kahramanlar, yani kötü çocuklar üzerinden ilerlerken, beraberinde okuyucuya geriye dönülmesi zor bir zaman yolculuğu deneyimi de sunuyor. Yazar, bu romanı gençlik yıllarından giderek uzaklaştığı bir dönemde kapıldığı ‘melankoli’ yüzünden kaleme aldığını söylüyor: “Büyüdüm ve benimle birlikte o döneme duyduğum özlem de büyüdü. Hayallerimde o yıllarda yaşamaya başladım. Yeni tanıştığım insanlar giydiğim kıyafetlere bakıp ‘Retro modasından mı hoşlanıyorsun’ diye soruyordu. Oysa üzerimdekiler gerçekten o yıllardan kalmaydı. Yani retro bizzat bendim. O yılların müziklerini dinliyordum. Çevremdekiler bundan rahatsız olmaya başladı. Tribe girmiştim ve çıkamıyordum. Bir yerde oturuyoruz, hep o yılların hatıralarını anlatıyorum filan. “80’leri yaz, sen de rahatla, biz de rahatlayalım” dediler.
'CADDE RUHU'
Evet, kötü çocukların başrolde olduğu bir hikâye bu. Olaylar merkezinde değişime direnen ama ondan kaçamayan, bu yüzden de mutsuz olan bir anti-kahraman etrafında dönüyor. Bugünün yaşları 50-60’larında olanların gençlik hikâyesi. Romanda gerçeklikle kurgu iç içe giriyor. İyi aile çocukları birer suç makinesine dönüşebiliyor. Bugün de olduğu gibi mistik mevzular o zaman da arayış içindeki gençlerin zaman harcadığı duraklardan biriydi.
Eskiden, Bağdat Caddesi kapalı bir mekândı. Bir komün gibiydi. Ziyaretçisi az, daha çok ekonomik ve eğitim düzeyi yüksek olan semt sakinlerine aitti... Ama daha da önemlisi doğayla iç içeydi, büyük balkonlu, yayvan apartmanlar ve dev çınar ağaçları, kuş sürüleri karşılardı sizi. Akşamları balkonlardan çatal bıçak sesleri gelirdi, konuşmalar, gülüşmeler, herkes birbirini tanırdı, ortak bir ruh vardı. Caddeden uzaklaşıp her döndüğünüzde buranın farkını yeniden anlardınız. Kulüplerden denize girilirdi. Deniz faslından sonra eve gelinir, giyinip süslenilir caddede turlanırdı. 80’li yıllar, hâlâ 60’lı ve 70’li yılların ruhunu taşıyordu, daha doğrusu o dönemlerin muhteşem bir finaliydi.
80’lerde kıyafetler, saçlar, her şey çok parlatılmıştı. Herkes bir uzay gemisinin mürettebatı gibiydi. Akşamüstü herkes ‘Cadde’ye düşerdi. Cadde her zaman için marka demekti. Gecenin bir vakti araba yarışları düzenlenirdi. Yarışı kaybedenler arabalarını da kaybederdi. O zaman İstanbul’un nüfusu üç milyona yakındı. Bu yarışların asıl yapıldığı dönem 70’ler. Yazar o zaman çocuktu. Ağabeylerin yanında yan koltukta ya da arka koltukta o da bu yarışlara katılırdı.
Romanda Bağdat Caddesi’nin ‘iyi aile’ çocukları, kendilerinden beklenmeyecek karakterlere bürünüp otomobil hırsızlığına çıkarken astroloji, maji, tarot, astral seyahatler, fotoğrafçılık, bisiklet sporu, arabalar gibi konular hikâyeye daha da renk katıyor. Postmodern bir tarzla ilerleyen roman, caddenin nostaljik bir krokisi olarak da okunabilir. Caddedeki sokaklar, binalar, mağazalar kısaca kentsel olan her nokta hikâyenin içinde tarihine uygun olarak geçmekte. Görsel anlatımın fotoğraflarla desteklendiği kitapta müzik de önemli bir yere sahip. Hatta yazar, Spotify’da 170 parçanın yer aldığı bir liste hazırlamış, ‘Cadde Çocuğu’ diye arattığınızda romanı müzikler eşliğinde okuyabilirsiniz...
CADDE ÇOCUĞU
Batuhan Kıran
Mona Kitap, 2017
410 sayfa, 25 TL.