Güncelleme Tarihi:
Gaye Su, siz akademik resim eğitimi almadınız. İlk resim öğretmeniniz babanız olsa gerek. Sizi nasıl yönlendirdi, özgür mü bıraktı?
Gaye Su Akyol: Aslında babam hiçbir zaman didaktik ve tepeden inmeci bir öğretmen olmadı. Onun öğretme stili daha çok hikâyeci bir anlatımla kişinin etkilendiği, aldığı, kendi hayal gücüne katıp kendi yapabilirlikleriyle oluşturduğu bir gerçeklik. Bana göre ideal bir öğretmen. Hiçbir zaman sormadıkça bana herhangi bir bilgi vermeye kalkışmadı. Bence bu da çok ilham verici bir şey. Daha çok karşı tarafı özgür bırakmak ve onun talepleri doğrultusunda, isteği arzusu doğrultusunda akan bir süreçti. Boyaları nasıl karıştırdığını, figürleri nasıl çizdiğini, tuvali nasıl ilerlettiğini gözlemleyen bir gözdüm ben.
Muzaffer Akyol: Gaye Su son derece ilgili, öğrenmeye, anlamaya susamış, pür dikkat yapılanları gözlemleyen bir çocuktu. Beklediğimin çok üstünde ilginç sonuçlarla karşılaştım. Onlardan birini sizlerle paylaşmak isterim. Bir gün akşam eve geldiğimde bir resim yaptı; yağlıboya mercimek çorbası... 4-5 yaşlarındaydı. Ve ben bu resmi çok sevdim, korumaya aldım. Sonra Gaye’nin ilk sergisinde sergiledik ve şu anda Gaye’nin duvarında asılı duruyor. Elbette ki öğrenme sıfır yaşıyla başlar. Gaye doğduğunda iki şeyi iç içe yaşadı: Duvarlarda renkleri gördü, boyanın kokusunu içine çekti. Annesiyle de müziğin tadını hissetti. Bu yaşanmışlıklar onu şekillendirdi.
Baba-kız olarak üçüncü ortak serginiz ‘Tahayyüller Okyanusunda İki Kuş’. Ortak sergi, nasıl bir motivasyon sizin için, kişisel sergilerden farklı olarak ?
GSA: Öncelikle çok romantik, duygusal karşılıkları var. Ben sevdiğim insanlarla üretmeyi çok seviyorum. Müzikte de bu böyle. Böyle bir durumda babayla bir şey yapmak en net tarifiyle mutluluk sarhoşluğu. Çünkü baba-kız ya da baba-oğul, anne-oğul gibi ilişkiler çok hassas ilişkiler. Bazı insanlar bir ömür boyu aradaki dengeyi kurmakla vakit harcarken, o çatışmayı bir türlü aşamazken biz o uzlaşmayı daha doğru bir zamanda çözdük. Bu demek değil ki hep güllük gülistanlıktı, mükemmeldi... Hayır öyle bir şey yok, ki zaten sağlıklı olan da o değil bence. O çatışmanın olmaması da başka şeyler doğuruyor. İdeali ne bilmiyorum ama şunu biliyorum; bu çatışmaların üzerine gelen birliktelik bende muazzam bir mutluluk yaratıyor ve tarihe de muazzam bir kayıt olarak geçiyor.
Sizin için de ‘mutluluk sarhoşluğu’ mu?
MA: Kesinlikle. Bu; onur duymanın ötesinde daha üst düzey bir duygu hissinin, yoğunluğunun, güzelliğinin patlaması gibi geliyor bana. Ve bununla birlikte bir kucaklaşma da var. Burada çırak-usta ilişkisi asla söz konusu değil. Burada Gaye Su bir birey, ben bir bireyim. Herkes kendi sözünü ortaya koyduğu yapıtlarla söylüyor. Bu bize büyük bir zevk, onur veriyor.
Ortak çalışır mısınız hiç?
GSA: Şöyle şeyler oluyor: Bitirdiğimi sandığım bir resimle ilgili babam çok işlevsel bir yorum yapıyor, eleştiri getiriyor. Eğer benim de aklıma yatarsa onunla ilgili ortak müdahalelerde bulunuyoruz. Keza aynı şekilde benden de babama karşı... Aklına yatarsa uygular, yatmazsa uygulamaz.
MA: Bu cümle çok önemli: “Aklıma yatarsa” ya da “Aklına yatarsa”...
Peki birbirinizin resimlerini yorumlamanızı istesem sizden...
MA: Felsefi boyutu, şiirsel ironisi, müzikalitesi ve mesajlarıyla birlikte bir de plastik değerlerine baktığıma belli bir seviyenin üstünde bir kalitenin sözünü söylüyor her biri. Çok daha iyilerini de yapacaktır, samimi söylüyorum. Gaye Su bir akademi eğitiminden geçmedi resimle ilgili. Ancak o sıfır yaşında başlayan algılama ve gözlem ona çok şey kattı. Bir şeyi daha burada paylaşmak istiyorum: İşte Gaye Su Aksoy, müzisyen, Avrupa’da müzik dünyasında ses getirdi ve bir de resim yapıyor. Acaba kaç resim yapmıştır? Şu ana kadar yaptığı resimlerin zannediyorum 2 bini geçti. 100 değil, 500 değil 2 bin... Bunu yaşam biçiminin bir dalı olarak seçtiğini söylemeye çalışıyorum.
GSA: Babam çocukluğunu ve ilkgençliğini Trabzon’da yaşamış, önce Ankara’ya sonra İstanbul’a geliyor. Aslında yoktan var edilen bir hikâye. Akademiye girmesi, ardından gelen başarıları. Bu, Türk sanat tarihi için de bence çok önemli. Çünkü sanat o dönemde de seçkinlerin sanatı gibi algılanıyor ve o okullarda okuyanların çoğu o zengin ailelerin çocukları. Babamın resminde bütün bu süreci izleyebilirsiniz. Hem Anadolu coğrafyasıyla ilgili hem kendi arkeolojisiyle ilgili tarihe çok önemli bilgiler veriyor o resimler, çok önemli metaforlara sahip. Bunun ötesinde yeni semboller tanımlaması ve o sembollere yüklediği anlamlar da Anadolu resmi ya da Türk resmi için çok kıymetli öğeler. Babamın resim dili evrensel. Her ülkede merak uyandırabilecek, zihin açabilecek, her ülke için bir anlam ifade edecek güçte ve Anadolu resmini çok iyi temsil eden bir dil. Hem pentür olarak hem metafor olarak. Sanat dünyasında manipülasyonlar çok sık yaşansa da sanat tarihi bunun adını koyacaktır.
Şimdi bu sergideki resimlerinizde daha çok nar formu vücut buluyor sizde. Neyin ifadesi?
MA: Yaşadığın coğrafyanın binlerce yıllık yaşanmışlıklarıyla birlikte toprağa sinen uygarlık ve kültür enerjisi her sanatçıyı ilgilendirmeli, beni çok fazla ilgilendiriyor. Ve ben yüzünü hep Anadolu’ya dönenlerdenim. Ne ararsam bu coğrafyada bulacağımı biliyorum ve bu ülkenin bireyi olarak bu sorumluluğu yerine getirmem öncelikli görevim. O nedenle ülkemde olup bitenleri izlerken yakın coğrafyamda olup bitenleri de izliyorum, artı dünyayı da izliyorum. Yüzümü Anadolu’ya dönerken dünyaya asla kayıtsız değilim. Ben asla nar resmi yapmadım. Ben asla insan resmi de yapmadım: Ben narın resmini, insanın resmini yaptım, yapmaya çalışıyorum. Narın ironisini, gizemini çözüp ortaya dökmeye çalışıyorum. Oradaki narlar birer form. İçinde yüzlerce tanecik var ve birbirini incitmeden, üzmeden, kırmadan, saygılı bir şekilde duruyorlar. Aralarındaki saydam zar, koruyucu bir form. Her tanecik bir dünyayı, bir insanı, bir toplumu, bir ülkeyi temsil etse ve bu anlayışla dünyaya baksak... Aynı masada eşit mesafede oturalım diyoruz, ortak söz hakkımız olsun, paylaşmada adil olalım diyoruz, gözyaşından, nefretten uzak kalalım diyoruz. Tüm bunları formülize eden bir formla karşılaştım ben, bunun adı nar. Nar, aynı zamanda yoğunlaşmış düşünce potansiyeli. Bu patladığında, çatladığında ortaya çoğalmaya hazır, üremeye, türemeye hazır bir yığın yüzlerce taneciğiyle varoluşun da altyapısını oluşturuyor. Ve nar aynı zamanda bir kadın. Doğurmaya, doğurganlığa hazır bir kadın. Hadi bereket diyelim; bütün bu özellikleriyle böyle bir form görmezden gelinir mi? İşte ben bunun peşindeyim.
Nasıl bilge gibi anlatıyor...
GSA: Gibisi fazla, öyle.
Gaye Su, sizin resimlerinizde kadın merkezde. Bir yandan da mitolojik, masalsı ögeler var. Bunlar nasıl girdi resimlerinize?
GSA: Aslında yine Anadolu coğrafyasında vaktinde karşımıza çıkan pek çok sembolün modifiye edilmiş, farklılaşmış ve yeniden tanımlanmış hallerini görüyoruz. Sadece Anadolu coğrafyası değil aslında... Bilinçaltıma kazınmış ve kim bilir nerelerden, hangi kolektif bilinçle bana kodlanmış olan daha pek çok figür mevcut. Derdim tabii kadınlarla. Çünkü aslında kadın politik de bir figür. En azından öyle kullanılan; ekonomik, sosyal varoluş olarak hep ikinci sınıf kişi ve bu tarih boyunca da böyle olmuş. Dolayısıyla aslında bu sergiyle birlikte bu toplumsal cinsiyet rollerini ben biraz irdelemek istedim ve ortaya böyle işler çıktı. Kadınların üzerindeki korkunç baskıyı, toplumsal cinsiyet rollerindeki “Sen bunu yapamazsın, zayıfsın”, “Kadınlar şöyledir, böyledir...” diye başlayan cümleleri baştan yazmak istediğim için aslında bir tür çığlık gibi bu sergideki işler. Serginin ‘Tahayyüller Okyanusunda İki Kuş’ olan ismi de elbette tesadüf değil. Okyanusu olmayan bir memleket olarak bizim için o açık denizlere açılmanın bir hayali. Biz de o tahayyüllerin içinde iki tane kuşuz. Hiyerarşi yok aramızda, okyanusta konacak yer de çok nadir bulunur. Ara ki bir ada bulasın... Biz de o adayı arıyoruz işte.
Gelelim serginin en çok ilgi gören tablosu ‘Büyük Talanın Büyük Paylaşımı’ tablosuna... Dört yılda tamamlamışsınız, nedir hikâyesi?
MA: Sanatçı sorumluluğu olan bireydir, yarına belge bırakmakla görevlidir, statükoya karşı olandır, kendi coğrafyasıyla birlikte dünyada olup bitenleri de özümsemeli ve sanatıyla buna değinmelidir. Zira bunu yapmadığı sürece gelecek kuşaklar sanatçıyı sorgular: “O acılı günlerde siz hayattaydınız, ne yaptınız?”. İşte bu sorumluluk bilinciyle ben Ortadoğu’da kan gölüne dönen coğrafyalardaki acının resmini yapmak istedim ve yaptım. Bunun adı ‘Büyük Talanın Büyük Paylaşımı’. Burada asli figürler masada belirleyici, et yığını dağılmamış, masa üzerinde gözlerinin önünde. Bu belirleyicilerinin arkasında figüranlar, sırtlanlar var; payına düşecekleri bekliyorlar. Öndeki iki kurt da bütün bu olup bitenleri koruma adına görevlendirilmiş hainlerdir. Bu nedenle ben Ortadoğu’yla ilgili, ülkemle ilgi ciddi kompozisyonları hayata geçirdiğime inanıyorum. Korunursa yarına kalacak ciddi belgeler olacağına inanıyorum. Bu asla birine yaranmak amacıyla değil, insanlık ailesine bir mesaj vermek adınadır.
O zaman son olarak sizden Gaye’nin müziğine yorum alalım
MA: Ben Gaye’nin müziğinde hep bir Anadolu tınısını keşfettim. Beni böyle hafif alıp bir yere götüren bir duygu çengeli gördüm sanki takılıp çeken, “Gel” diyen. Böyle hasssas, duygusal bir dürtü. Sonra bu enerji daha da içimde büyüdü ve gerçekten altını dolduran, içeriğini yoğunlaştıran, tınısını güçlendiren bir harmoniyle karşımıza çıktı. Dünyanın en büyük ailesi, evrensel sanat ailesidir. Evrensel sanat ailesinde müzisyen olarak Gaye Su yerini aldığına göre bu ülkenin bir sesi olarak hepimizi gururlandırıyor. Batı’nın sanata bakış ölçülerinde kabullenilmek kolay değildir. Gaye Su bunu başardı.
GSA: 1960’ların sonunda doğan Anadolu Pop ya da Turkish Psikedelik denilen akımın o dönemki öncüleri aslında bunu denediler. Kısmi olarak başarılı olanlar oldu süreç içinde. İşte Erkin Koray’ın şu an plakları yurtdışında bazı plakçılarda bulunuyor, keza Selda Bağcan’ın. Barış Manço bunu üzün bir süre denedi, Avrupa’da albümler yaptı, Moğollar keza... Bu ustaların vaktinde yarattığı müziklerden aldığı ilham ve dinlediğim diğer müziklerin Batı’da çok sevdiğim Rock n Roll tarzı rock’ın alt türlerine klasik Türk müziği ve halk müziği dokularını ekleyerek yarattığım bu yeni türün bunu başarabilmesi bende müthiş bir mutluluk yaratıyor. Bu sadece bireysel bir sevincin sonucu değil, bizim ülkemize, “Coğrafya kaderdir” diyen ve bize bunu inandırmaya çalışan bakışa aslında muazzam bir cevap niteliğinde. Şu an bu albümlerin, bu şarkıların, bu müziğin New York Times’da, Guardian’da, BBC World’de ve daha pek çok saygı uyandıran medya kurumlarında ses getiriyor oluşu da bireysel bir başarının sevincinden ziyade önümüzdeki yıllar için muazzam bir şeyin başlangıcı. Mesela on sene önce bunu yapmak çok daha kolaydı, bir furya vardı, İstanbul yükselen değerdi. Bunun şu an olması da çok önemli. Her şeyin bittiğini düşündüğümüz, her şeyin karanlığa gittiğine inandırıldığımız şöyle bir dönemde sanatla ilgili bir üretimin bu kadar ciddi bir şekilde ses getiriyor oluşu, sadece müzik, resim değil diğer sanatlarla ilgili de bence muazzam bir kapı açacak. Bunun farkında olmalıyız, el ele olmalıyız ve bu ülkenin evrensel sanat üreticileri de, sanatçıları da umutsuzluğa kapılmamalı tıpkı diğer herkes gibi. Hiçbir şey boşuna değil, ürettiğiniz, yarattığınız, risk alarak yaptığınız iyi niyetli hiçbir adım aslında tarihte yok olmuyor, doğru yere oturuyor. Ve sonsuza kadar da orada kalacak.
Gaye Su Akyol ve Muzaffer Akyol’un ‘Tahayyüller Okyanusunda İki Kuş’ başlıklı sergisi 28 Şubat’a kadar Ekavart Galeri’de görülebilir.