Atölyeden içimin sıkıntısı boşalmış olarak çıktım

Güncelleme Tarihi:

Atölyeden içimin sıkıntısı boşalmış olarak çıktım
Oluşturulma Tarihi: Kasım 16, 2017 19:06

‘Şimdiki Zaman’ başlıklı yeni sergisinde 80’lerde deneyip vazgeçtiği ‘buruşmuş kâğıt’ formunu yeniden ele alan heykel sanatının büyük ismi Seyhun Topuz, “Görüyorsunuz dünyamızın halini... Bir atılmışlık söz konusu; kâğıt gibi değerli bir şeyin atılması. Bunu insanlara çevirirseniz çok değerli insanların yok sayılması gibi... Böyle böyle çoğaltılabilir anlamları” diyor.

Haberin Devamı

Heykellerinizde soyut geometrik bir form benimsemeniz nasıl oldu? Dönemin akımlarının etkisi, Amerika’da geçirdiğiniz yıllar ya da etkilendiğiniz bir sanatçı filan mı?..
Şimdi Mimar Sinan oldu ama ben hâlâ Akademi derim, Akademi’nin beş senelik öğrencilerindenim. Bizde ilk sene desen çalışılır, sonra dört sene atölyeye girilir. Her zaman modelden figür çalıştık. Eğitim sadece figür üzerinedir. Bazen hocalar bir konu verirler, ufak kompozisyonlar yaparsınız. O da figürdür genellikle. Bir de mezun olmadan önce yan atölyeler vardır. Mesela demir atölyesi, tahta atölyesi gibi... Ben demir atölyesinde çalıştığım zaman figürle hiç ilgilenmedim, yani yine levhalar, yine geometrik biçimlerdi onlar. Mezun olduktan sonraki işlerime çok yakın. Neden? Bunun cevabını bilmiyorum ama o sıralar Türkiye’nin o kadar fakir zamanıydı ki ne dışarıdan dergi geliyordu ne şimdiki gibi internet ortamı vardı ne de doğru dürüst kitap bulabiliyordunuz. Dolayısıyla ben şuradan etkilendim diyemiyorum çünkü pek bir şey görmüyorduk biz. Kendi kendimize ve hocalarımızın desteğiyle...
(Kitaptan gösteriyor) Bu ortası kesik kareyi ilk defa yaptığım zaman, maketini Şadi Hoca’ya (Çalık) gösterdim. Yeni mezun olmuştum. O kadar beğendi ki beni kendi demircisine götürdü ve orada onu realize ettik. Bu bana müthiş bir şevk verdi, dolayısıyla bu yolda devam ediyorum. O sırada yeterlilik tezi, yani doktoraya başladım. Benim konum ‘heykelde saydamlık, ışık ve yanılgısal hareket’ti. Yazılısı var bende hâlâ. Orada Rus konstrüktivistleriyle tanıştım. O tezi yaparken Amerikan kütüphanesinde kitaplar bulduk falan. Tez sırasında doğru yolda olduğumu anladım. Ben heykellerimde kütle kullanmıyorum; boşlukla doluluğu birlikte kullanıyorum ve yaptığım levhalarla gördüğünüz o soyut işlerin hepsi boşluğu kavrayan işlerdir. Tezden sonra daha da bilinçlendim ve o yolda ilerledim. Yaptığım işlerin tarihsel ve sanatsal ağırlığının da var olduğuna ve bu işlerin doğru bir zemine oturduğuna kanaat getirdim ve hep o yolda devam ettim.

Hep aynı form üzerinden devam ettiniz ama yeni serginiz ‘Şimdiki Zaman’da 80’lerde deneyip aslında içinize sinmediğini fark ettiğiniz buruşmuş kâğıt formunu tekrar ele aldınız. Neden?
O zaman Ayazpaşa’daydı atölyem. İlk denemeleri 1984’te yaptım. O zaman adları karbon kâğıdıydı. Mat ve parlak yüzeylerdi. Bir seri yaptım ama hiçbirisi hoşuma gitmedi. Bir tanesini Murat Morova’ya vermiştim. Gerisini attım, çünkü istediğim sonucu alamamıştım. Böyle bir huyum var; şimdiye kadar hayatımda bir forma takılıp ondan vazgeçtiğim olmadı. Bu ilktir. Fakat benim bir huyum daha var; yaptığım işlere geri dönerim ve sonuna kadar o formun hakkını vermiş miyim diye düşünürüm. Eğer vermediysem onu yeniden ele alıp yeniden yorumlarım. Bu buruşturulmuş kâğıtlar ise yok edilmişti. Murat saklamış ve bana, “Onlar çok güzeldi, neden onlara dönmüyorsun?” dedi. Zaten kafamın gerisinde böyle bir şey vardı ve bir daha denemeye karar verdim, 30 sene sonra. Bu sefer bunlar beni çok heyecanlandırdı çünkü istediğim sonucu aldım. Artık adı karbon kâğıdı değil de ‘buruşturulmuş kâğıtlar’ oldu ve gördüğünüz sergi böyle çıktı.

Bu yeni ‘buruşturulmuş kâğıt’ formu, form arayışınızda nereye konumlanıyor?
Bu işlerimle eski işlerim arasında yöntem farkı var. Ben ilk önce birçok eskiz yaparım, sonra onları büyütürüm. Buradaki yaklaşım ise ötekilerin aksine durup düşünüp hesap ederek, eskiz yaparak değil, o sırada yapmak... Tamamen dışavurumcu bir tavır bu. Yani atölyeye gidip malzemeyi alıyorum, biraz rastlantısal biraz kontrollü formlar ortaya çıkıyor. Ötekiler gibi maket yapamazsınız çünkü tesadüfler de var içinde.

Peki, bakır levhalara güç kullanarak biraz rastlantısal biraz kontrollü formlar ortaya çıkarmak nasıl bir duyguydu sizin için?
Rahatlatan bir duygu. Çünkü görüyorsunuz dünyamızın halini. Dünyanın çeşitli yerlerindeki sorunlar, savaşlar, doğa kirliliği... Her şey bir tuhaf artık. Reaksiyonel bir durum oldu artık bende, bunları yaparken hem çok mutlu oldum hem de çok rahatladım. Atölyeden içimin sıkıntısı boşalmış olarak ve rahat bir şekilde çıktım.

Peki ‘buruşturulmuş kâğıt’ formu ile izleyicilere ne söylemek istiyorsunuz? Zira atık, çöp gibi olumsuz çağrışımları var buruşturulmuş kâğıdın...
Her sergime bir başlık koyarım; ‘Parçalanmış Kareler’, ‘Ortak Bellek’ ya da ‘Düğümler’ gibi... Bu serginin adı ‘Şimdiki Zaman’ izleyeni bir miktar yönlendiriyor. Bir atılmışlık söz konusu, kâğıt gibi değerli bir şeyin atılması. Bunu insanlara çevirirseniz çok değerli insanların yok sayılması gibi... Böyle böyle çoğaltılabilir anlamları.

Atölyeden içimin sıkıntısı boşalmış olarak çıktım

Seyhun Topuz

Soyut heykeller yapan bir sanatçı, anlatmak istediğini seyircinin anlaması ya da anlayamaması arasındaki gerilimi nasıl yaşar?

O üstbaşlıklar beni her zaman kurtarıyor. Yani gelip “Bu ne demek istiyor?” diye soran birine 45 yıldır rastlamadım. Çünkü dediğim şeyi zaten orada görüyor. Soyut ama ufak bir anlam da yüklüyorum üstüne. Mesela en soyut işlerim; ‘Parçalanmış Kareler’. Yani bunu anlayan anlar. Ben pek bir gerilim hissetmedim.

Yani anlaşılma anlaşılmama diye bir kaygınız yok?
Hayır, bu dönemde yok. Zaten hiçbir şey anlamayanlar gelmiyor sergilere...

2008’de Aydın Doğan Ödülü’nü alırken “Bu ödül bir kadın sanatçıya, üstelik heykel yapan bir kadın sanatçıya verildiği için mutluyum” demiştiniz. Milliyet Sanat’taki röportajınızda ise “Kadın sanatçı olmanın zorluğunu hiç yaşamadım” diyorsunuz. Bana çok iddialı bir cümle gibi geldi, zira sizin kuşağınızdan kadın sanatçıların çoğu kadın olmanın zorluğunu yaşadığını söyler.
Hayır, iddialı değil. Sanat dalları çok çeşitli; sinemacısı var, müzik yapan var, tiyatrocusu var, edebiyatçısı var, sahne sanatı var... Ben onları bilmiyorum. Örneğin kadın yazarların durumunu bilmiyorum. Ben sadece kitaplarını biliyorum. Galiba romanda daha erkek egemen bir durum var. Belki başka sanat dallarında böyle bir zorluk olabilir. Ben profesyonel olarak kendi küçük grubumda, yani heykelciler grubumda, dışlandığımı veya göz ardı edildiğimi hiç hissetmedim.

Galiba akademilerde görev alan kadın sanatçılar bu zorluğu daha çok yaşıyor, siz dışarıdan hocalık yapmıştınız...
Evet, Marmara Üniversitesi’nde 10 yıl kadar dışarıdan hocalık yaptım. Akademi’de heykel bölümüne kadın asistan almak çok zordu. Oradaki ilk kadın sanatçı Meriç Hızal’dır. Ondan önce de kadın sanatçı alınmazdı zaten. Diğer yandan Akademi’de, özellikle heykel bölümünde erkek egemen bir yapı vardı. Ama Meriç bu geleneği kıranlardandır, bugün üç veya dört kadın hoca var Mimar Sinan Heykel Bölümü’nde.

Türkiye’de heykel hep tartışmalı bir alan oldu. Heykellere yapılan saldırılar, kaldırılan, kaybolan ya da çalınan heykeller... Sizin heykellerinizin başına geldi mi böyle şeyler?
Evet, geldi. Cumhuriyet’in 50. yıldönümü için hocalarımız tarafından seçilmiştik. Ben de henüz mezun olmuştum. 4. Levent’e o kare işlerden büyük boy bir heykel koydum. O sırada 2 yıl için Amerika’ya gittim. Döndüğümde heykelimi yerinde bulamadım. Beşiktaş Belediyesi’ne gittim. “Oradan yol geçti” dediler. Heykel kayıp tabii. Öyle sanıyorum ki İstanbul’un çeşitli yerlerine konulan benim dışımdaki 19 arkadaşımın işleri şu veya bu şekilde yok. Bir tek Haluk Tezonar’ın işi durur Valideçeşme’den Maçka’ya çıkarken... Bir tek o durur; çünkü betondan, herhalde onu kıramadılar.
Bir heykelim daha vardı Maçka Sanat Galerisi önünde. Kırmızı bir iş. O da oradan yok oldu ve bunun nasıl olduğunu ne ben ne de Rabia bilmiyoruz. Bir heykelim de atölyemin bahçesinden alınmıştı. Ben de heykel seven birinin aldığını düşünmüştüm. Sonradan hurdacıların aldığı ortaya çıktı.
Ben sanatı şöyle tanımlıyorum: Sanat, zihinsel ve duygusal bir ihtiyaç... Bir gereksinim. Bu bütün sanat dalları için geçerli. Müzikten heykele, sinemadan tiyatroya... Her dal için. Eğer zihinsel ve duygusal bir ihtiyaç duymayıp ilgilenmiyorsanız, işte o zaman başımıza bunlar geliyor. Mesela “Dinimizde heykel yasak” deniyor. Ankara Belediye Başkanı “Ben böyle heykelin içine tüküreyim” demişti. Cumhuriyet’e kısa bir yazı yazmıştım, Suudi Arabistan ve Katar’daki heykelleri örnek göstermiştim. Dünyanın her tarafından önemli sanatçıların heykelleri... E onlar da Müslüman, kimse onları kırmıyor, tekmelemiyor. Biz, sanat yapanlar sanata zihinsel ihtiyaç duyanlara sesleniyoruz. İhtiyacı olmayanlara da zaten hiçbir şey yapamayız.

Haberin Devamı

Seyhun Topuz’un ‘Şimdiki Zaman’ başlıklı sergisi 9 Aralık’a kadar Galeri Nev İstanbul’da.


 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!