Güncelleme Tarihi:
Yahya Kemal’e sormuşlar; “Üstat Viyana önlerine kadar nasıl gittik?” Güya şöyle cevap vermiş: “Mesnevi okuyarak ve pilav yiyerek.” Bir yönden maddi ve manevi gıdalanmaya atıf yapan bu anekdot, mutfak ile oluş arasındaki mutlak ilişkiyi de karşılar. Kaldi ki mutfak salt bir mekân değil, Mevlevilikte olduğu gibi eğitimin ilk eşiğidir. Kültürümüzdeki ‘ocak’ kelimesini düşündüğümüzde aş ile mekânın poetikası nasıl birleşir onu da görürüz. Bu bağlamda, yeni kurulan Cumhuriyet’le beraber şekillenen Çankaya/Atatürk mutfağına da bambaşka gözlerle bakmak gerekir.
Murat Bardakçı yeni kitabı ‘Atatürk’ün Mutfağı’nda, belgelere dayanarak, sofrayı, mutfağı, yemekleri ve bunların çevresini yeniden araştırıyor. Daha çok siyasi bir çağrışım yapan Çankaya/Atatürk sofrasını, ‘mutfak ve mutfağın nasıl işlediği’ sorusundan hareketle şekillendiriyor. Latife Hanım’la Atatürk’ün kısa süren evliliği dışında kalan sürede bir tür ‘bekâr mutfağı’ hüviyeti taşıyan bu sürecin ayrıntılarına dalıyor, bazı esfaneleri altüst ederken yeni bilgiler sunuyor. Belge tarihçilikte her şeydir ve onun karşısında bütün söylentiler susar. Bunların ışığında acı bir hüküm verir Bardakçı: “Atatürk’ün mutfağında pişen ve sofrasına gelen yemeklerin ayrıntısını bilmiyoruz.” Tek istisna kısa süreli misafirliği sırasında Fahrettin Altay’ın verdiği yemek listesidir.
Murat Bardakçı’nın yazdıklarından anlaşılmaktadır ki tıpkı kurulan yeni cumhuriyet gibi Atatürk’ün sofrası da günbegün şekillenmekte, genişlerken çeşitlenmektedir. Misafirleri için yapılan harcamaları cebinden karşılamakta hassas davranan Atatürk, sofrayı politik ve stratejik bir odak olarak kullanmaktadır. Günlük uyanma ve uyuma saatlerine dikkat edildiğinde ‘meclis’ kurulmakta, dünyadaki örneklerle karşılaştırıldığında mütevazı bir toplanma gerçekleşmektedir. Köşke alınan erzakları inceleyen Bardakçı, Atatürk’ün kuru fasulye tutkusunu şüpheli gördüğü gibi özellikle bamya ve enginara dikkat çekmektedir.
Sofracılar (aşçılar, hizmet edenler, garsonlar) yanında, çatal, bıçak, kap kacak gibi malzemelerin temininde yaşanan sıkıntılar bize bir şatafat değil oldurma çabasını sunuyor. İktisat, sosyal ve siyasal tarih için yeni okumalara imkân veren pek çok belge ile karşılaşıyoruz ayrıca. Osmanlı mirasının alabildiğine reddi miras edildiği bir dönemde saraylardan Ankara’ya malzeme taşınması, hatta bazı porselen tabakların kırdırılması unutulur cinsten bilgiler değil. Hatta Atatürk’e yazılan mektupları da başka bir gözle okumakta yarar var. Muhtemelen bu mektuplar bizzat o şahıslar tarafından yazılmıyordu. Dil, üslup bilen aracılar vardı. Nitekim Sofracı Saip’in mektubu bir kısa hikâye olarak etkileyici bir filme kaynaklık edecek kadar merak uyandırıcıdır.
Beş ana bölüm etrafında örülen ‘Atatürk’ün Sofrası’ bize ‘Ankara’ya, köşke su göndermek için ‘Alemdağı taraflarında kurtların dört jandarmayı parçalamaları’ndan tutun da Bursa valisinin saydığı ‘bir sepet kırmızı, bir sepet sarı hülü ve iki sepet Isfahan ve bir sepet Yeşil Türbe şeftalisi’ yanında, Atatürk’ün ölümünden bir gün önce, 9 Kasım günü yapılan tuhaf alışveriş listesini de sunuyor. Hasılı, Cumhuriyet’in öyküsünü bir de buradan okumakta yarar var.
ATATÜRK’ÜN MUTFAĞI
Murat Bardakçı
Turkuvaz Kitap, 2022
328 sayfa, 250 TL.