Güncelleme Tarihi:
Geleneksel anlatı dünyasının içinden çıkmış, klasik romanları okumakta artık güçlük çekiyorum. Hem anlatıcıların çok şey bilen kibirleri ve her şeye karışan tutumları canımı sıkıyor hem de bugünün insanından bambaşka türdeki insanların aralarındaki ilişkilerden gitgide uzaklaşıyorum. O zaman pek doğal olan davranışlar, sözler, ilişkiler bugün bize uzak düşmüş, yapaylaşmış.
Klasik romanları tarihsel değerleri nedeniyle yeniden okuduğumuz kuşkusuz. Ayrıca Dostoyevski ya da Lawrence’ı, arada sözgelimi ‘Büyük Umutlar’ ile ‘Anna Karenina’yı yere göğe de koyamıyorum ben ama, kitaplığımın karanlık raflarına ayırdıklarımın sayısı her yıl artıyor.
Elbette bana göre böyle, öznel, bu konuda kimseye akıl da vermem. Balzac’ı kimselerin pek sevmediği zamanlarda üç kere okuduğum ‘Sönmüş Hayaller’i bile bir kez daha okuyabileceğimi sanmıyorum. Kimselerin üstüne kafa yormaya kalkışmadığı anlatıcı sorunu üstüne yüzlerce kere söz almışken, “Dünyaca kabul edilmiş bir gerçektin, hali vakti yerinde olan her bekâr erkeğin mutlaka bir eşe ihtiyacı vardır” cümlesiyle başlayan ‘Gurur ve Önyargı’yı okumak yerine, kimilerinin klasik biçimi nedeniyle tartıştığı Jonathan Franzen’in ‘Özgürlük’ romanını okumayı yeğliyorum.
Klasikler üstüne edilen yalanların altını kazıyınca, bir klasiğin günümüzün nitelikli romanlarından daha az okunduğu da çıkacak aslında. Hem bir klasik okumak çoklarına sıkıcı gelir de okurun bunu söylemeye yüzü tutmaz. Benim sorunumsa yazarın seçtiği çok bilmiş anlatıcının, karakterlerin dünyasının en gizli köşelerine fütursuzca sokulup oralardan bize ayrıntılı bilgiler vermesi. Bundan böyle buna dayanabileceğimi sanmıyorum.
Bu arada anlatı yazarları arasından, ‘ama ben anlatıcıyı böyle kullanıyorum’, diyen birileri de çıkar mı? Arada rastlıyorum ve ben de diyorum ki: Tanrı artık öldü ve artık –kendini tanrı sanan postmodern yazarlardan başka– hiçbir yazarın onu diriltmeye çalışmaya gücü yetmez. Bunu yapmak yazarın kendi mezarını kazması gibidir, gülünç de olur. Peki kimin umurunda? Bunları dert eden yazarların yaşadığı bir yerde konuşmuyoruz. Atalarından aldıklarını yaratıcı yazının bilinen tek hakikatiymiş gibi yazıp giden yazarların ülkesinde, her koyunun kendi bacağından asılacağını kabullenmekten başka yol yok.
Yazılan romanların ve öykülerin kullandığımız dille değil de doğuştan gelen kanla yazıldığını savunan yazarların bile bulunduğu yerde kime nasıl laf anlatılır bilmiyorum. Bugüne dek birilerine laf anlatmak gibi bir çabam olmadı ama, uzaktan bakınca da durum iyi değil, hatta epeyce kötü. Bir ülkede, yazılan edebiyatı kafatasına göre tanımlayanların bulunduğu yerde, edebiyattan söz etmek yerine hemen oradan uzaklaşmayı yeğlerim. Bir şey anlatmak zaman kaybı olur. Orada milliyet tutkusunun boşaldığı çukurdan ağaçlar fışkıracağını sananların, Türkçenin, nitelikli ve olanaklı bir edebiyat dili ve yazınsal yazıya dönüştüğünde nitelikli edebiyatın tek yaratıcısı olduğunu ve kendisinden başka bir yere, ataya, kana, toprağa gereksinimi olmadığını anlatmaya gerek yok.
Bunları dert eden bir edebiyat içinde yaşamıyoruz. Ne yazık ki. Yakup Kadri ile Halide Edip’in günümüzde okunmasının zorluğundan söz ettiğinizde size çıkışacaklar hemen öne çıkar: ‘‘Sen nasıl söylersin öyle’’ denir. Tam o sıralarda kendilerinin okuduğundan değil elbette. Biz Dickens’ın, Balzac’ın okunma güçlüğünden söz ederken o, burada görev aşkıyla yazılmış romanları kafalara kakmaya çalışmaktadır.
Oradakiler kendileriyle ve yaşadıkları hayatla çarpıştıkları yerde büyük romanlar yazmışken, buradaki günümüz yazarı, fındık kabuğunun içinde aklı sıra fırtınalar yaratarak yüz okurun daha ilgisini çekeceğini hesaplayıp ideoloji kardeşliğiyle kendini tekkeden içeri aldıracağını düşünür.
Hiç aklımdan çıkmaz: Çehov kırk dördünde, Balzac elli birinde, Dostoyevski altmış ikisinde öldü. İnsan onların kıyamadığı yüzlerine bakmaya utanıyor. Bunları itiraf etmeye gönül indirecek yazarı burada bulmak artık kolay değil. Hem yazanların sayısı bir kitle oluşturuyor, hem onların gururunu okşayan okurlar var hem de edebiyatın dışına çoktan sürülmüş bir değerlendirme düzeneğiyle beceriksiz aşçıların kötü yemekleri hızlı hızlı servis ediliyor. Biz adam olmayıza gelir bu
söz ama onu demiyorum.