Güncelleme Tarihi:
Ara Güler, o kadar güzel ifade etmiş ki... “Fotoğraf, dört köşe bir çerçevenin içinde sadece bir dünyanın tarifini yapan bir doküman parçası değildir. İçinde bir his, bir sevgi vardır. Onun için Werner Bischof fotoğraflarına dikkatle bakmak lazımdır. İçlerinde rüzgârlar eser, size bir memleketin kokusunu getirir.”
İşte o Werner Bischof, Doğuş Grubu ve Leica Camera AG işbirliğiyle Bomontiada’da açılan Leica Galeri İstanbul sayesinde, ilk kez kişisel bir sergiyle Türkiye’ye konuk oluyor.
38 yıllık kısacık ömrüne çok şey sığdıran Bischof, fotoğraf tarihinde çok önemli bir figür. 1916 İsviçre doğumlu Bischof’un hayali, aslında ressam olmakmış; fotoğraf tamamen tesadüf sonucu girmiş hayatına: “Yol arkadaşımın resim fırçası değil de fotoğraf makinesi olması tümüyle rastlantı eseridir. Çocukluktan beri resme meraklıydım. Ama Zürih’teki Uygulamalı Sanat Okulu’nun (Art and Craft School) resim bölümünün kontenjanı dolduğu için fotoğraf bölümüne girdim. Yeni ortam olarak fotoğraf makinesinin sınırsız olanakları beni büyüledi. Günler boyu ormanlarda dolaşa dolaşa insanları aklımdan tümüyle sildim...”
Hal böyle olunca ‘Fotoğrafla sanatsal neler yapılabilir?’in yollarını aramış Bischof, kısa kariyeri boyunca. Leica İstanbul’daki sergide yer alan bazı soyutlamaları da bunun göstergesi...
Mezuniyet sonrası Zürih’te bir fotoğraf stüdyosu açar Bischof. Reklam ve stüdyo fotoğrafçılığı yapar, çeşitli dergiler için çalışır. Fakat bu sırada İkinci Dünya Savaşı patlak verir ve Bischof kendini savaş fotoğrafçısı olarak bulur. 1942’de Du dergisi için serbest çalışan sanatçının ilk büyük çaplı foto-röportajları 1943 yılında yayımlanır. Bischof, savaşın yarattığı yıkım üzerine yayımladığı bu foto-röportajlarla uluslararası arenada tanınmaya başlar.
“Dünyanın gerçek yüzünü keşfetmeye mecbur hissettim. Bolluk içinde tatmin edici bir yaşam sürmek birçoğumuzu kendi sınırlarımızın ötesindeki muazzam zorluklara karşı körleştirmişti” diyen Bischof, daha sonra insani yardım örgütü Swiss Relief için İtalya ve Yunanistan’a gider. 1948’de LIFE dergisi için Kış Olimpiyatları’nı fotoğraflar. 1949’da kurucu üyeler dışında Magnum Fotoğraf Ajansı’na katılan ilk fotoğrafçı olur. Bir mektubunda Magnum teklifiyle ilgili şu yorumu yapar: “Büyük bir kararın eşiğindeyim. Magnum sözleşmesi elimde. Dünyanın en iyi fotoğrafçılarından kurulu bir kooperatif ajans bu -Capa, Cartier-Bresson, Chim ve Rodger’ın eseri. Benim için önemli olan, hepsinin sağlam ve sosyal duyarlılıklara sahip kişiler olması. İkisi İspanya İç Savaşı’na katılmış. Özgür insanlar; tek bir dergiye kapanamayacak kadar bağımsızlar.”
Savaş sonrası Avrupa’sı dışında Hindistan, Japonya, Kore, Hong Kong, Güney Amerika gibi farklı coğrafyalarda endüstri ve teknolojiden etkilenen geleneksel kültürlerin gündelik hayatlarına tanıklık eden etkileyici fotoğraflarıyla Bischof, kariyerinin zirvesine ulaşır.
Sergi vesilesiyle İstanbul’a da gelen oğlu Marco Bischof, babasının Asya’dayken günlüğüne “Farklılıklar içinde ortaklıklar arıyorum” diye yazdığını aktarıyor ve ekliyor: “Ona göre fotoğraf duygular, derin düşünceler ve köprüler kurmakla alakalı.”
PERU’YU DÜNYAYA TANITAN ADAM
Bischof’un ölümü hayli trajik olur: 1954’te İsviçreli antropolog arkadaşıyla belgesel çekmek üzere Peru’ya gider. 38 yaşındadır. Arabaları And Dağları’nda uçuruma yuvarlanır. Üç-dört gün sonra kartalların, akbabaların çığlıkları takip edilerek cesetlerine ulaşılır. Öldüğünün öğrenildiği 16 Mayıs 1954’te ikinci çocuğu Marco dünyaya gelir...
Fotoğrafevi ve Werner Bischof Estate işbirliğiyle hazırlanan ‘Werner Bischof: 1936-1954’ başlıklı sergi, Bischof’un kariyerinin özeti niteliğinde 30’a yakın fotoğrafını içeriyor. Dikkat çeken fotoğraflardan biri, onun simgesi haline gelen Peru’da çektiği ‘flüt çalan çocuk’. Zira Magnum ajansı, Bischof’un ölüm haberini bu fotoğrafla dünyaya duyurmuş, pek çok insan bu fotoğraf sayesinde Peru diye bir ülkenin varlığından haberdar olmuş ve Bischof, Peru’nun ulusal kahramanlarından biri haline gelmişti.