Güncelleme Tarihi:
Özdemir Asaf’la ilgili, iki kanıdan söz etmemiz gerekir. Asaf’ı konu edinen eleştirmenler, onun şiirinin bir düşünce şiiri olduğunu ve bu düşünceyi dile getiriş biçiminin de mistik bir yapıya dayandığını savunurlar. Ama bu düşüncenin ve mistik olanın neyi dile getirdiği üzerinde durulmamıştır. Mehmet Kaplan, Hüseyin Cöntürk ve Doğan Hızlan bu noktada birleşir. İkincisi; Özdemir Asaf, biraz yaygın biçimde, ‘Garip’ten etkilenenler’ çerçevesinde ele alınır ya da onun şiirinden bahsedilirken bir şekilde Garip etkisinden söz edilir. Mehmet Fuat ile Orhan Kahyaoğlu da bu noktada birleşirler. Bunlar, Asaf’ın şiiri için yol açıcı düşüncelerdir ve aynı zamanda onun şiirinin gerçekliği üzerinde bir tür gölgelik işlevi de görürler.
İkincisinden başlayalım: Asaf’ın ‘başlangıcının’, poetik olarak, Garip’ten daha öncesine, Necip Fazıl’a götürülmesi gerekir. Asaf, Necip Fazıl’ın poetik çocuğudur. Mistik ve paradoksal öğe bakımından. Fazıl’dan bir örnek; şiirin adı ‘Susan Deniz’: “Gide gide, denizin/Orta yerine vardım/Uykun bana da geçsin/Diye ona yalvardım/Bir çılgın vesvesede/İçim didiklense de/Olaydım o cüssede/Onun gibi susardım.” Bir örnek de Asaf’tan; ‘Sanki’ şiirinin girizgâhı: “Bu bakış seni görmek içindir/Senden başka bir şey var mı?/denizlere bakıyorum, denizlere.../Denizler bu kadar mı...”
Ve bir başka örnek; ‘Gözdeki’: “Bana senin için/o mu, diye sordular/O değil, dedim onlara.../ Anladılar.” Şiir bir dil oyunu biçiminde kuruluyor ama oyunla, sözü edilen olgunun üzerindeki perde indiriliyor. Burada artık Garip de var ama Garip, artık Asaf’ın başlangıcı değil, içinden geldiği poetik güzergâhtan kopuşunun adı durumunda. Bu bakımdan Asaf’ın, poetik yazgı bakımından benzeri, Sabahattin Kudret Aksal’dır. Aksal’da dizeler çok yavaş, çok ağır hareket eder; Asaf’ta ise çok devingen, çok ivedi. Ama her ikisi de soyutlamada birleşir. Soyut ya da soyutlama burada bir tür inancını yitirme biçimi olarak ortaya çıkar. Aksal, bu inançsızlık durumu içinde kalmış gibidir ama Asaf bu durumun savunucusu, sözcüsü olmak ister. İnançsızlık derken kastettiğim, dinsel değil (ki dinsel olan bir öğe de yoktur Asaf’ta) ahlaki inançsızlık durumu, yani nihilizm. Nihilizm, kişilerin, var olan değerlere inancını yitirmesi durumudur. Özdemir Asaf, nihilist durumun şairidir; belki de tek veya en güçlü örneği. ‘Duvara Astığım’ şiiri şöyle: “Ölünceye kadar seni bekleyecekmiş/Sersem/Ben seni beklerken ölmem ki.../Beklersem.”
‘ŞİİR KELİMELERLE YAZILIR’
‘Yazısını Bekleyen Bir Taş İçin Bir Yazı’ şiiri şöyle: “Güzel çirkinliklerle, çirkin güzellikleri/Değerlendiremeyen saraylar kuruluyor/Değerlileri satıp tüm değersizlikleri/Pazara sürmek için pazarlar kuruluyor.” Nihilist durumu savunur da dediğim kısma gelince... Bu ‘savunuyu’, Asaf’ın düzyazılarında görürüz. ‘Yuvarlağın Köşeleri’nin altbaşlığının adı ‘Etika’dır; bu sadece ironik bir durum değil, aynı zamanda trajik bir duruma da işaret eder: Gerçeklik ve olgular, değerlerden, bilinenlerden, kanılardan daha güçlü ve her zaman şaşırtıcıdır. Tam da bu nedenle, Asaf’ın şiirinde düşünce söz konusu olamaz. Çünkü düşünce bir şeyin düşüncesidir, nasıl ki bilinç bir şeyin bilinci ise. Ama Asaf’ın, nihilist durum gereği savunduğu bir düşünce yok. Böylece Necip Fazıl’la karşıt bir konuma gelir Asaf. Bu konuda Cöntürk, eminsizlikte kalmış; hem ‘düşünce’ hem de ‘düşünsellik’ demiş. Evet, ‘düşünsellik’ denilebir.
İşte tam bu nedenle Garip de durduğu yer değildir Asaf’ın. İroni, edadan uzaklaşarak retoriğe dönüşür. Ama bu retorik, hayat hakkındadır; münazara biçiminde, tartışmayı kazanma, ötekini alt etme hakkında değil. Başarısızlık, düşüş ve var olamamak tarzları burada merkezidir. Ama tekil olanı dile getirmez, edadan uzaklaşırken tekil olandan da uzaklaşır. Özdemir Asaf’ın şiiri, “Şiir, kelimelerle yazılır” fikrinin radikalleşmiş biçimidir.
Deneyimden çok, görmüş geçirmişlik diyeceğim poetik bir özellik var Özdemir Asaf’ın şiirinde. Deneyim, bir yaşantıya, yaşantının ilkliğine işaret eder; dolayısıyla belli bir zaman ve mekânda olup biteni, yani tarihselliği dile getirir. Ama Asaf’ın şiirinde tarihsel olan parantez içine alınmıştır ya da dile getirilen, meydana geldiği tarihsel zeminden soyutlanarak, tarih dışında bırakılarak şiire taşınmıştır. Burada bir başka varlık durumu da söz konusudur. Deneyim ve tarihsellik, aslında ‘ben’in oluşumu’nun ya da ‘ben’in kuruluşu’nun taşıyıcıları, tanıkları, yani zeminidir. Modern şiir, ‘ben’in oluşumunu dile getiren şiirdir. Ama Asaf’ta söz konusu olan şey, ki ‘görmüş geçirmişlik’ deyimini kavramlaştırarak dile getirmeye çalışıyorum, benin oluşumunun tamamlanmışlığıdır. Asaf’ın şiiri, ‘ben’in oluşumunun herhangi bir evresini dile getiren bir şiir değil, tam tersine, ‘ben’inin oluşumunun oluşum evrelerini içermeyen, ‘ben’in tamlıkta, tamamlıkta yer aldığı bir anlatıcı-’ben’in konuştuğu bir şiirdir. Bu analizi yaparken, Asaf’ın şiirinin, modern Türk şiirinin dışında yer aldığını da ileri sürüyor değilim. Asaf’ın, modern Türk şiirine dahil olduğu bir zemin var. O zemin dilin, yani Türkçenin telaffuz edilme biçimidir. Modernlik, ilerlemenin ya da gelişmenin momenti, uğrak noktası demektir. Neyi kastediyorum? Şimdi bir soru: Behçet Necatigil, ‘Gizli Sevda’ ya da ‘Donmuş Dağlarda Çiçek’ şiirini, Asaf’ın ‘Köz’, ya da ‘Bir-Bir’ şiirinin diliyle, Türkçenin o yıllardaki olgusal durumunu içerecek ölçüde yazabilir miydi? Yazılabilmesi için, Necatigil’in İstanbul’undan biraz daha ileri, Garip sonrasına, İstanbul’un şehirleşmeye başladığı döneme gidilmesi gerekiyordu. Şehirleşme derken kastettiğim yabancılaşmadır; yani mahallenin, sokağın ve nihayetinde komşunun ortadan kalktığı dönem. İnsanların sokakta karşılaştıklarında verdikleri tepkilerin “Nasılsınız Ahmet Bey?”den, “Ne bakıyorsun?”a dönüştüğü bir evre var. Asaf, işte, İstanbul Türkçesinin, şehirleşmenin bu ikinci aşamada aldığı biçimi yakalamış, şiirini, dilin bu biçimiyle kurmuş bir şairdir. Nihilist durumun ortaya çıktığı bir evre ve onun dilidir bu. ‘Öte’ şiiri: “Benden, onlara benzer olmayı beklemeyin/Ve onları yineler olmayı beklemeyin/ Herkes yeniliğine varır, kendi kalırsa/Kimseden bana benzer olmayı beklemeyin.”
BİR AŞK ŞAİRİ
Özdemir Asaf, aynı zamanda bir aşk şairidir ve Asaf’ın dile getirdiği tek düşünce, aşkın neliğine dairdir. Bu düşünce, seven ile sevilenin, ayrı ayrı bir bütün değil, ancak bir araya gelmekle tamamlanan birer yarım olduğunu dile getirir. Hem bir ‘ben’den ve ‘sen’den söz edişinin nedeni budur. Ben ve sen birer yarımdır ancak bir araya geldiklerinde bir bütün, yani aşk olurlar. ‘Çizgi’ şiiri, en popüler kitabı ‘Yalnızlık Paylaşılmaz’da yer alır: “Kendimi sileceksem, bilirim sende varım/Senin ben yarısıyla seni ben tamamlarım/Seni sende bütünler, sana sende inanır/Seni sende silerim, seni bende yazarım.”
Bu aşk anlayışı ise günümüzün en sorunlu teorilerinden birini dile getiriyor (Bkz. Alain Badiou, Aşka Övgü). Buna rağmen Asaf, Türk şiiri ortamında, özel şiir okuru dışında bir okur çevresine sanırım erken dönemde ulaşmış bir şairdir. Cemal Süreya son yıllarında, gençlerin kendi şiirini geç anladıklarından söz etmişti. Bağlam biraz farklı ama Asaf’ın, sözünü ettiğim okurunun gençlerden oluştuğu kanısındayım, özellikle bu aşk şiirleri vesilesiyle. Asaf’ın aşk şiirleri, bir deneyimi, bir badireyi değil bir tavrı, bir jesti dile getirir. Mesela ‘Yön’ şiiri şöyledir: “Sen bana bakma/Ben senin baktığın yönde olurum.” Aşkın vücuda gelişini değil, başlangıç evresini, orada da karşılıklı bir etkilenme biçiminden çok, ten yönlü bir tavlama biçimini dile getirir. Yine de, ‘Lavinia’ şiiri, şiirimizin unutulmazlarındandır.
Bugünlerde, Özdemir Asaf’ın 'Bütün Eserleri', YKY'nin Delta serisi kapsamında tek cilt halinde yayımladı. Düzyazılarının epeydir baskısı yoktu. Özellikle ‘Yuvarlağın Köşeleri’ (Etika), Asaf’ı anlamak bakımından çok önemlidir.